Günler gelip geçerken, yıllar yılları kovalarken bizler yürümenin hayatımıza etkisi gibi birçok ince detayları göremiyoruz. bunlardan biride karşınızda duruyor. ben yürümeyi hiç sevmeyen bir insanım. birisinin bana teklif edeceği en son şey beraber yürüyelim demesidir. yürümeyi hep zaman kaybı olarak görüyordum fakat bir kitap bütün düşüncelerimi yanıltmayı başardı. Kitabın isminin “Yürümenin Felsefesi” olması bile ilgisini çekiyor insanın. Yürümenin felsefesi mi olurmuş, diye soranlarınız vardır. Varmış: kitabın yazarı Fédéric Gros’un yürümek ile ilgili şahane düşünceleri var. İşte, o kitaptan çıkan düşünceleri kendi yorumlarımla harmanlayıp güzel bir anlatı çıkaracağım sizlere.
Dışarı çıkıp önünüze gelene “yürümek spor mudur?” diye sorsanız, alacağınız cevap net olur: yürümek spordur. hayır efendim, yürümek spor değildir. Yani değilmiş, bende yeni öğrendim.
Aslında yürümek bambaşka bir şeymiş. Yürümek düşünmekmiş. bir nefes alış, bir kaçış ya da yalnız kalış. Yürümek somut dünyadan soyut dünyaya geçmekmiş. Ayaklarımız beynimizin verdiği otomatik talimatları uygularken, aklımız bedenimizden apayrı yerlere gidermiş yürürken. İnsan hafiflermiş yürüdükçe…
Fédéric’e göre; insan yürürken bütün dünyayı geride bırakıyor. Televizyondaki haberler, okul dertleri, iş sıkıntısı… Yürürken hiçbiri seninle gelmiyor, dalıyor gidiyor insan. Şimdi, “hiçte bile, bunlar yürürken aklımızdan çıkmıyor.” diyenleri de duyuyorum. Evet çıkmadığı zamanlar oluyor fakat yürürken derin düşüncelere daldığımız zaman bırakın geride bıraktıklarımızı, nereye yürüdüğümüzü bile unuttuğumuz oluyor. Yürümeyi sevmeyen ben bile bunu birkaç kez yaşadım.
Yine Fédéric’e göre; insanın en güzel düşündüğü anlar yürüdüğü anlardır. Hatta bu konuyla ilgili iddia ettiği bir şey dikkatimi çekti: Yürürken düşünenlerle masa başında düşünenleri birbirinden çok farklı olduğunu söylüyor. Masa başında yazılan düşüncelerin çok ağır olduğunu, hazmedilemediğini hatta tüm bu kitapların birbirinin kopyası olduğunu öne sürüyor. Fakat yürürken düşünülen şeyin hareketten, dürtüden doğduğunu ve masa başında düşünülen şeylerden çok daha farklı ve özel olduğunu üstüne basa basa bizlere anlatıyor. Bu kanıyı da ünlü bir filozofla destekliyor: Nietzsche… Yürürken düşünenlerin en başında Nietzsche geliyor. Hatta yürüdüğü yolun haddi hesabı yoktur derler.
“Bu durum bizi Nietzsche’nin ayağa düzdüğü methiyeye götürür: Sadece elimizle yazarız evet, ama sadece ayağımızla iyi yazarız”
Nietzsche için yürümek adeta nefes almak, yaşamak demektir. Hayatı boyunca yürüyen, yürürken düşünen, mola verip düşündüklerini yazan ve yine yürümeye devam eden bir filozoftur Nietzsche. Yaşı iyice ilerledikten sonra sırtında ağrılar oluşur ve doktoru ona istirahat etmesini söyler. Fakat o yine yerinde durmaz ve bu sefer daha kısa yürüyüşlere çıkar. Zaman geçtikçe iyiden iyiye yataklara düşer. Yürüyemedikçe düşünememeye başlar ve artık içine kapanır. Önceleri adeta delirmiş gibi hareketler yapar ve akıl hastanesine yatırılır. Ardından annesi onu yanına alır ve 7 yıl ona bakar. Nietzsche son yıllarını evde annesiyle, ağzını açmadan yaşar ve açtığında da alakasız saçma şeyler söyler.
Bir de Fransız şair Rimbaud var. Rimbaud 15 yaşında çocukken suçsuz yere hapishaneye düşer ve oradan kaçmak için 8 saat durmadan yol yürür. Eve geri geldiğinde, yolda düşündüklerini yazmaya başlar. Daha sonraları farklı yerlere seyahat etmek için farklı lisanlar öğrenir. Sonrasında İtalya, İsviçre, Almanya… Durumu olmadığı için parası yettiği kadar trenle gider, yetmediği yerde yola yürüyerek devam eder. 20 yaşından sonra hiç durmadan 10 yıl boyunca bu şekilde gezer, yürür. Tabi bu 10 yıllık süreçte karşısına çıkan fırsatları değerlendirip para kazanır. Artık 36 yaşında dizleri ağrımaya başlar. İlerleyen zamanlarda şiddetlenen diz ağrısı sonucunda bir bacağı dizinin üstünden kesilir. Artık yemeden içmeden de kesilir ve bir deri bir kemik kalır ve 37 yaşında hayata gözlerini yumar.
Aslında bununla ilgili daha bir çok örnek yazarlar filozoflar var fakat hepsini anlatıp okurları sıkmamalı. Devam o hâlde…
Fédéric’e göre, insan yürürken bütün dünyayı geride bırakıyor. Televizyondaki haberler, okul dertleri, iş sıkıntısı… Yürürken hiçbiri seninle gelmiyor, dalıyor gidiyor insan. Şimdi, “hiçte bile, bunlar yürürken aklımızdan çıkmıyor.” diyenleri de duyuyorum. Evet çıkmadığı zamanlar oluyor fakat yürürken derin düşüncelere daldığımız zaman bırakın geride bıraktıklarımızı, nereye yürüdüğümüzü bile unuttuğumuz oluyor. Yürümeyi sevmeyen ben bile bunu birkaç kez yaşadım.
Bundan yola çıkarak: yazar yürümekle mutluluk arasında bir bağlantı kuruyor ve insanın geride bıraktıklarından sonra, yürürken keşfedebileceği bir sürü hazzın olduğunu öne sürüyor. Bir ağaç düşünün. Canımız sıkkın olduğu anda, kafamızın dalgın olduğu anda ona baktığınızı düşünün. Büyük ihtimalle güzel bir yorum çıkaramazsınız, detaylı bakamazsınız. Ama boş kafayla baktığınızda, o ağaçta bambaşka şeyler görebilirsiniz. İşte bunun için yürümenin yeterli olduğunu anlatıyor Fédéric.
Yürümeyi idrak ettik, tamam. Bir de yalnız yürümeli diyor yazar. İki kişiyle yürüyüş olmaz, piknik olurmuş. Aslında insan asla tek başına yürümez çünkü yürürken ruhuyla bedeni karşılıklı konuşurlarmış. O yüzden yalnız yürümek gerekli, düşünmek için. İki veya üç kişiyle yürünmez mi, yürünür. Ama o düşünmekten çok laf kalabalığı olurmuş. Ama bazen de yanında insanlarla yürümek, karşılıklı fikir alışverişinde bulunmak adına faydalı olabilirmiş.
Son olarak Fédéric, yürümek ile mutluluk arasında bir bağlantı kurar ve bunu aşağıdaki cümlelerle açıklar:
Yürürken belki de adına “mutluluk” diyebileceğimiz bir şeyi yakalarız. Yazarlar ve şairler onu büyük düşünürlerden daha iyi anlatmışlardır, çünkü mutluluk bir karşılaşma meselesidir ve duruma bağlı olarak yoğunluğu değişir. Yaban meyvelerini tadını çıkara çıkara yemekten ya da bir esintinin yanakları okşamasından alınan haz. Yürümenin, “bir başına” ilerlediğini hissetmenin verdiği neşe. Yaşamanın tattırdığı doygunluk. Günbatımında mora çalan vadinin manzarası, bütün gün keskin güneşin altında ezilmiş renklerin nihayet birkaç dakikalığına da olsa altın rengi ışıkla ortaya çıkıp nefes aldığı o mucizevi yaz akşamlarının yaşattığı mutluluk. Ardından, yürüyüşlerde karşılaşan ve bir çatı altına hep beraber sığınabildikleri için sevinen insanların akşamına eşlik eder mutluluk. Fakat bunların hepsinde almaya, kabul etmeye ilişkin bir şey vardır. Mutluluk kendini bir manzaranın, bir ânın, bir ortamın alıcısı olarak bulmayı ve anın lütfünü almayı, kabul etmeyi, yakalamayı gerektirir. Bunun ne yolu yordamı vardır ne de hazırlığı; sadece an geldiğinde orada olmalıdır insan. Öbür türlü başka bir şeye, bir şeyi başarmış olmanın tatminine, zaten bildiğiniz şeyi yapmış olmanın neşesine dönüşür. Mutluluk tekrarlanamaz olduğu için hayli kırılgandır; mutluluk anları nadirdir, bu anlar dünyanın kumaşındaki altın iplere benzer, onları yakalamak gerekir.
Demek oluyor ki yürümek düşündüğümüzden çok daha öte bir şeymiş. Yürümek asla spor değil bir düşünme yöntemiymiş. Yazıda ismi geçmediği birçok ünlü filozoflar yürürken düşünürlermiş. Yürümek başlı başına bir dinlenme yöntemiymiş. O halde ne duruyorsunuz?
Teşekkürler Fédéric Gros…