Yeşilçam’ın Dallarında Kalanlar
105 yıllık bir ağacın kökleridir Yeşilçam. Toprağın altından memleketin her yerini saran derin kökleri, günümüz Türk sinemasının yeşermiş yaprakları altında görünmeyen bir güç gibidir. Büyük küçük, yeni eski demeden tüm neslin sıkılmadan, usanmadan yeniden izleyebileceği bir yapıya sahiptir. Bunun en büyük nedeni de toplumun kaotik ortamından bezmiş olan günümüz insanları, o dönemlere Yeşilçam sayesinde geri dönüş yaparak dostluğun, kardeşliğin, iyiliğin gerçekten iyilik olduğu masum zamanları anma isteğidir.
Yeşilçam’ın Toprağa Dikilişi ve Tiyatrocular Dönemi
Yeşilçam, 1914 yılında Türk sinemasına “Ayastefanos’taki Rus Abidesi’nin Yıkılışı” adlı filmle dikilmiş ve neredeyse 2000’li yıllara kadar içersinde nice büyük sanatçıları gölgesinde serinleten koca bir Çam olmuştur. 1920’li yıllar Yeşilçam’da Tiyatrocular Dönemi’ni oluşturur. Ünlü tiyatro sanatçısı Muhsin Ertuğrul’un sinema sektörüne atılmasıyla birlikte bu dönem başlar. Ertuğrul, genellikle İstanbul Devlet Tiyatrosu oyuncularına rol vermiş, sahnede kullanılan dekorların bir kısmını setlerde de kullanmıştır. Kısacası tiyatroya kamera önünde farklı bir soluk kazandırmıştır. Muhsin Ertuğrul, çabalamıştır anca sinemayı bir araç olarak görmüştür. Sanki geçmişin Sadri Alışık’ı gibi, “Bu da mı gol değil be!” diyerek Geçiş Dönemine atlanmıştır.
Geçiş Dönemi
1939-1950 yıllarında, tiyatrocular “Durdurun uçağı, iniyorum!” diyerek paraşütle aramızdan ayrılıktan sonra Yeşilçam, köklerini biraz daha sinema sektörüne uzatmak ister. Kökler toprağın derinlerine inmeye başlarken bu döneme Geçiş Dönemi denmiştir. Geçiş Dönemi’ni etkileyen en travmatik olay şüphesiz II. Dünya Savaşı olmuştur. Dünya, kişisel çıkarlar uğruna yanıp kavrulurken tüm dünya sinemaları gibi Türk sineması da hızını düşürür. Yurt dışında eğitim alan genç yönetmenlerin vatana dönerek çalışmalara başlamasıyla Türk sineması yeni bir biçim kazanmaya başlar. Faruk Kenç, ilk adımı atan isim olmuştur. Ülkemizde yaptığı yeni filmlerle bu dönemi başlatır. Ait olduğu dönemde tiyatrocu olmaması, amatör sinema oyuncularına yer vermesiyle birlikte gelen doğallıkla halkın ilgisini çekmiş ve filmleri Muhsin Ertuğrul’dan daha çok sevilmiştir. Yumurtaya can veren Allah’ım yeşil biberi de yarattıktan sonra gelecek dönem kapılarını aralar.
Sinemacılar Dönemi
1950’li yılların ilk basamaklarında Türk sineması artık sinemanın dilini çözmüş, yönetmenler ve senaristler kendi soluğuyla, kendi ortamında ve özgün fikirleriyle ön plana çıkmaya başlamıştır. Bu yıldan sonra başlayan döneme Sinemacılar Dönemi denir. Sinemacılar Dönemi’nin başlangıcı olarak Lütfi Ömer Akad’ın Vurun Kahpeye ve Kanun Namına filmleri gösterilir. Farklı bir alternatif olarak 1960’lı yıllara gelindiğinde ise ilk kez toplumsal gerçekçi filmler beyaz perdede boy göstermeye başlamıştır. Repliklerini aklımızda mıh gibi tuttuğumuz filmler, bu dönemde ve sonrasında çekilmiştir. Çiçek Abbas’taki atışmalar desem, aklınıza hemen kırmızı palto ve bir kahvehane gelir değil mi? Ya da “Yaz kızım, 200 torba çimento…” desem devamını getirebilirsiniz, buna adım kadar eminim. Yakın zamanlarda kaybettiğimiz Şişko Nuri’yi de anmak boynumuzun borcu olur. “Vurucam kırbacı vurucam kırbacı!” dediğimizde bu satırları da onun sesinden okunduğu gayet belli oluyor…
Yeşilçam’ın 86 yıl içerisindeki zamanda en üretken dönemi Sinemacılar Dönemi ve sonrasında yaşanmıştır. Masumiyetin, gerçeğin, iyiliğin, doğallığın ve sevginin en net yaşandığı zamanlardan kalan büyük bir mirastır bu bize. İzlediğimizde hala ağlar ve hala güleriz. Bunun sebebi, Yeşilçam’ın köklerinin sadece vatanın topraklarında gezmesi değil, ruhumuzun derinlerinde de yer etmiş olmasıdır. Kemal Sunal’ın da dediği gibi, “Ben koşarken de seni seviyorum…”