Yazmak değil de, konuşmak çok ciddi birikim ister. Düzgün konuşmak daha doğrusu. Bir masanın başında saatlerini harcayabilir bir insan, birkaç satır yazabilmek için. Bazısı kaliteli olur bazısı olmaz ama mesele bu değil. Kendimden örnekleyebilirim ki; diksiyon eğitimi almama ve kendimi bu konuda ilerletmeme rağmen çok heyecanlandığım durumlarda ben de konuşamıyorum. Sözler birbirine giriyor ve ortaya kastetmediğim tuhaf anlamlar çıkıyor. Kendimi bunca eğitimime rağmen hala bir kürsüye çıkıp, önümde kağıt olmaksızın insanlara konuşma yapabilecek yetkinlikte hissedemiyorum.
“Bende mi bir sorun var, yoksa insanlığın en büyük sorunlarından biri de bu mu?” diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Bazen o kadar diksiyon eğitimi bir köpeğe versen, beş yüzden fazla da kitap okutsan köpek bile dillenir, oturur seninle siyaset konuşur diyorum. Yani diyordum. Bulgakov’un “Köpek Kalbi”‘nden etkilendiğim sıralar.
Oturup bazen Erdoğan’ın konuşmalarını izliyorum. Dinlemiyorum, söyledikleriyle ilgilenmiyorum ama sadece diksiyonunu ölçmek için izliyorum. Beyefendi evde oturup saatlerce söyleyeceklerini çalışmıyorsa, diksiyonu ve konuşmasındaki akıcılık takdir edilesi. Veyahut mesele TRT Arşiv’e konuşan sanatçıları, öğrencileri ve o zamanın emektarlarının konuşmalarına bir göz atıyotum. Bu eğitimlerin öncelerde okullarda verildiğini, hatta bir derslerinin de bu olduğunu insan rahatlıkla anlayabilir. Şimdilerde ilkokuldan itibaren verilen Din Kültürü dersinden daha önemli değil midir? Bazı kesimlerce tartışılır. Din bir zorunluluk değildir. Ve din 6 yaşından itibaren ileride seçimlerinin ne olacağını bilinmeyen bir çocuğa zorla öğretebilecek bir şey hiç değil. Ancak diksiyon eğitimi çocukların tüm hayatlarını etkileyebilecek biçimde bir yatırım olup, ta çocukluktan itibaren eğitimi verilmesi gereken zorunlu bir derstir.