Bir yazar düşünelim ki dünyada adını duymayan kalmamış, kelime kelime okunmuş, bilinmiş, kitapları, dergileri basılmış, herkesi etkilemiş ama bundan kendisinin hiç haberi olmamış. Yaşarken mutsuzluk dolu bir hayatı olup dışlandığı ve kendini yazmaya adayan ama yazdıklarını da bir ateşte yakmak isteyen bu yazar kim dersiniz? İşte söylüyorum hepimizin bildiği Franz KAFKA.
Çağımızın en ölümsüz isimlerinden olan Kafka, hiçbir zaman modası geçmemiş, her zaman hafızalarda yer etmiş olan bu adamı okuyor, duyuyoruz ama kendini ne kadar tanıyoruz peki? Gelin burada o kısacık 41 yıllık yaşamını ve yazılarının kaynağını, edebi yönünü beraber öğrenelim sevgili okurlar! 🙂 Öyküleri, romanları ve sevdiklerine yazdığı mektuplarıyla tanıdığımız özgün yazar, çocukluğunda zor yaşantılar geçirip sevgisizlikle büyümüş ve acılarından karamsarlığından ilham alarak teselliyi yazmakta bulmuş. Diktatör babasından ve onun otoriterliğinden nefretle bahsettiği, babasına boyun eğen kendi halinde biri olan annesinden sevgi ve şefkat göremediği çocukluğu, aşık olup mesafelerden kavuşamadığı ama sonra kendisinin ayrıldığı gençliği, Yahudi soykırımında kardeşlerini ve sevdiğini kaybedip ülkesinden dahi dışlanan bu adam neden yazılarında böylesine farklı ve karamsardır diye düşündüğümüzde yaşadıklarına bakmamız yeterli olacaktır diye düşünüyorum. Yaşadığı durumlar kolay olmayıp psikolojiyle ilişkilendirecek olursam güvenli bağlanamadığı bir anne ve otoriter aile tutumu onu en başından kişiliğini etkileyip yara almasını sağlamışken, aşkının bitişi, ülkesinde barınmakta zorluk çekişi, Maslow’a göre de kendini gerçekleştirmek için gerekli olan güvenlik ve sevgi(ait olma) basamaklarından ve daha çoğu şeyden mahrum bırakıldığını gözler önüne seriyordu. Kendine belki iyi gelebileceğini düşünerek tutku haline getirdiği ve bu acımasız hayattan bir nebze olsun uzak kalmak umuduyla yazması, korkularından kaygılarından esinlenip harikalar yaratması hiç de yabana atılacak şeyler değilken onun bir ateşte yazılarını ve bir anlamda kendini yok etmek istemesi nedendir peki? Hayatı boyunca yazdıklarının yaklaşık %90’ını yaktığı tahmin edildiği ve bunu neden yaptığı hakkında bir bilgimizin olmayışı onun bilinmezliği ve aynı zamanda gizemini koruduğu bir durum. Bu nasıl bir ruh hali, bir duygu durumudur ki insan senelerce, aylarca yazıp tek seferde bunu yok etmek ister? Günümüzden her cümle yazanın, iki satır karalayanların başımıza şair, yazar kesilip ya da kendini farklı alanlarda ön plana çıkarıp ünlü olmaya çalışanların fazlalığı göze çarparken Kafka neden kendini yok etmek ister bu kadar yazarken? ne yazmıştı da okunmasını istemedi, kimseyle paylaşmadı? kendini yazmaya adayıp yazdıklarını beğenmedi mi sizce? Düşünsek de cevabını bulabileceğimize emin olamadığım bu soruları yine de kendime sormadan edemiyorum yazarken. Bunca yazılarını yakmış peki bu eserleri neden, nasıl var diye düşünürsek de burada Kafka için önemli birinin ve bizlere kadar bu yazıların ulaşmasına vesile olan birisi var. Peki Kafka’nın kendisini yok etmek istediği ama onu inatla yaşatmak isteyen kim sizce? İşte bu kişi Kafka’nın arkadaşı Max Brod! Sadık dostuna ölmeden önce bir mektup bırakarak ‘günlüklerim, karalamalarım, defterlerim, taslaklarım velhasıl yazıya ve yazarlığa dair ne varsa benden geriye kalan, okunmadan bir an evvel yakılmasını arzu ediyorum.’ Demiştir. Max Brod dostunun bu vasiyetini defalarca okuyup doğru olan kararı vermek istedi ama en doğru karar neydi? Siz olsanız böyle bir durum karşısında ne yapardınız? dostundan kalanları onun isteğiyle kendisiyle beraber yok etmek mi yoksa her şeye rağmen yaşasın mı derdiniz? Birinin bilinmeyenlerini ondan habersiz ortaya çıkarmak etik miydi? Max Brod da bunları çok düşünmüş olacak ki vasiyeti çiğneyip yayıncılarla anlaşarak yakmaya kıyamadığı birçok şeyi de gizli tutmakla beraber bir kısmının basılmasını istemiş ve o zamandan günümüze, yaşarken adının duyulmadığı bu adam şimdi başucumuzda bizlerle. Yalnızca içini dökmek niyetinde olmadığını ve yaratıcılığının, olağandışılığının da izlerini adını bildiğinizi düşündüğüm Dönüşüm ve Dava kitabında görmekteyiz. Dönüşümde fantastik bir şekilde bir sabah aniden böcek olarak uyanan Gregor Samsa karakterinin, Dava’da da yine bir sabah kitaptaki karakter Josef K.’nın, sebebini anlayamadan bir suç nedeniyle dava edilişinin absürt bir şekilde anlatıldığı bu kitaplarda soyut, fazlaca düşündüren ve hayatını da düşünerek ilişkilendirmeye çalıştığımızda acaba ruhunun yansımaları, hissettikleri mi vardı? Çocukluğunda göremediği sevgisizliğin ve yaşadığı zorlukların altında ezilip böcek olma hissiyatı mı duydu ve bunu kitabında bir olay örgüsü oluşturarak mı kurguladı, ya da davadaki gibi kendini düşünce suçlusu ya da adını kendisinin de koyamadığı şeylerden dolayı vicdanının mahkemesini mi yazmıştı? Sorularını sorduran ve beni hem Kafka’nın açısından görmeye hem de kendim olarak bu kitapları okurken sorguladığım taraflardı. Başka merak uyandıran şeyler de kendisi böylesine sevilen, saygı duyulan biri olacağını ve okunacağını bilse acaba yazmaya devam edip kendi elleri ve onayıyla yayınlar mıydı ya da bunlardan haberi olsa ne düşünürdü? Dostunun bu şekilde bir karara varabileceğini mektubu yazarken düşünmüş müydü? Bunlar okudukça düşündüren ve aynı zamanda yazdıklarını okuyarak keşfetme imkanı bulmak ve bize kadar ulaşmış olduğunu bilmek, ayrı bir heyecan ve merak katıyor diye düşünüyorum. Yazarak içini döken bu adamın şimdi bizlerden habersiz olup bize umut kaynağı olması, kendimizde bir şeyler bularak etkisinden çıkamadığımız kitaplarının kitaplığımızda yerini bulması kadar garip ama büyüleyici ne var diye düşünmeden edemediğim, bu yüzden sizinle de paylaşmak istediğim bu yazarın görünmeyen hayatı ve kitaplarını okuduğunuzda sizlerin de etkisini farklı hissedeceğinizi düşündüm sevgili okurlar. 🙂
Bazen gördüğümüz, duyduğumuz, tesadüfen okuduğumuz yazıların, cümlelerin bile altında ne anlamlar, yaşanmışlıklar olduğunu, ne şartlarda var olduklarını bilmek yazının kendisinden daha anlamlı hale gelebiliyor. Bu düşüncenin verdiğim örnek olan Kafka’nın hayatıyla kalmayıp acı ve ızdıraplar çekmiş olan yine adına aşina olduğumuz ve dünya klasiklerinden biri olan Dostoyevski’nin de ne acılar ve buhranlar içinde yazılar yazıp bundan geçim sağladığını görebilir, Toplum tarafından hor görülen, yok sayılan Nietzsche’nin de kolay bir hayatı olmadığı, kitaplara sığınıp kalem defteriyle dost olduğunu görebilir, kitaplarında hissedebiliriz. Günümüzde halen unutulmayan, unutulmasına da ihtimal vermediğim bu şaheserler bir zamanlar sevilmeyip önemsenmediklerini bilseler de şu an çoğu kişiye ilham kaynağı ve büyük örnek teşkil ediyor ve benimde duygularımda ve düşüncelerimde hep yer buluyorlar diye düşünüyorum. Bir insan her zaman kolay bir hayatın içinde olamayacağı gibi yaşadıklarından dolayı öylece kalmadan daima ilerlemeli ve acılarını, hüzünlerini, yaratıcı ve olumlanabilir hale getirmelidir. Aksi takdirde bu hayat bizden çok şey alıp boyun eğip kadere razı gelmemize neden olabilir ve çoğu insan gibi bilinmeyene sürüklenebiliriz. Kafka, Nietzsche ve Dostoyevski gibi yazarlar bana bunları fark etmemde bir yol, kapı oldu diyebilirim. Yaşamımızda bilinenlerin ardındaki saklı kalmış keşfedilmeyen güzellikleri ve acı da olsa gerçekleri bulmak, değer vermek ve aklımızın bir köşesinde yer edinmesini sağlamak bize anlam katar ve farklılaştırır hatta zekamızı, yaşantımızı güzelleştirir diye düşünüyorum. Kafka’nın da dediği gibi ‘güzelliği görme yeteneğini kaybetmeyen asla yaşlanmaz.’ Sözüyle bitiriyor ve hayatımıza güzellik katmak, olumsuzluklara rağmen yaşamaya değecek bir hayat bırakmak dileğiyle esen kalın diyorum !!
MERVE CAN