Hayatımız boyunca sürekli bir yarım kalmışlık hissi içinde hiçbir şeye yetişemeyiz nedense. Yaşam, yaşanılanlar kadar yaşanmamışlıklardan da ibaret gibi… Belki bunun nedeni hayatın, biz planlar yaparken başımıza ördükleridir. Çoğu zaman kabul ederiz sessizce kendimize biçileni… Mücadele edemediğimizden midir nedir bilmiyorum… Ama her şeye rağmen yine de onu anlamaya çalışmaktan da geri durmayız. Sadece anlamak yeterli midir yaşamak için peki? “…Anlamakla yaşamanın eşanlamlı olmadığını biliyorum, yine de bilmek başka, iliklerinde duymak başka…”der bir konuşmasında Tomris Uyar. Belki de bu yüzden öyküleriyle dilsizliğe hapsedilmeye çalışılanı, sese ve ifadeye dönüştürme derdindedir. Yazmak biraz da dert edinme işi değil midir? Onun derdi de yarım kalmış, yaşanamamış ömürleri, kendine ve topluma yabancılaşmış bireyleri anlatmaktır… Her bir öyküsünde bizi farklı hayatlara götürmesi bundandır.
Anadolu’dan İstanbul’a gelen bir karıkocanın değişen hayatlarına tanıklık ettirir Köpük adlı öyküsünde. Ödeşmeler ve Şahmeran Hikâyesi adıyla çıkan kitabın içindeki öykülerden biridir bu. Bir zamanlar halktan, halkın içinden gelme bir kadındır Bedia. “…Tarhana çorbasını kendi pişirir” diye arkadaşlarına tanıtmıştır Macit karısını. Evliliklerinin son on yılında yaptıkları Avrupa yolculukları hayatlarında çok şeyi değiştirmiştir. Manisa’da bir çiftlik kâhyasının kızı, kalın donunu fırlatıp atmış, ince çorap giymektedir artık. “Koku markalarını, gözaltı kırışıklıklarını giderici özel kalemleri, erkeklerin sevdiği kısa siyah gecelikleri de biliyor.” der yazar onun için.
Anlatıda gün boyu, önceki gün kendisini hizmetçisine soran kasketli adamın kim olduğunu sorgular Bedia. Öykü bunun üzerinde şekillenir. Bedia günün sonunda, kocasını beklerken kapıda birden beliren gün boyu kafasını meşgul eden bu adamla karşılaşır. Gelenin kim olduğu belirsizdir. Yazarda açıklamaz zaten. ” Bedia unuttuğu, geride bıraktığı tüm yüzlerle baş başa kalır…” der öykünün sonunda. Sondaki belirsizliği doldurmak ise bize kalmıştır. Kimdir bu kasketli adam?
“Bir gözlemden, izlenim ya da tasarımdan yola çıkılarak bir olayın, bir durumun, bir kesitin, bir anın anlatımıdır.” der ‘Öykü Yazmak Öyküyü Düşünmek’ adlı kitabında Feridun Andaç öykünün tanımı için. Andaç’ın bu tanımına okurun düş gücünü de eklemek gerek zannımca. Çünkü az sözcükle anlatılan o anlardaki boşlukları okur tamamlamak zorunda kalmaz mı? Tıpkı Tomris Uyar’ın öykülerinde olduğu gibi… Yaşam gibi yarım kalmışlık hissi içinde yolculuk ederiz onun öykülerinde. Bir sonraki sayfayı çevirdiğimizde devam edecekmiş hissiyle öykünün bitişindeki o vurucu sonun şaşkınlığı kalır elimizde de. İşte o an düş gücümüz devreye girer. Bu düş gücüyle şekillenir öykü. “O, peşinde olduğu büyük ustalar (Çehov, Woolf) gibi küçük ayrıntılardan kalıcı sonuçlar üretmeye çalışır. ”der Necip Tosun Öykümüzün Kırk Kapısı kitabında. Sıradan başlayan öyküsü, yazarın son cümlesinin okuyucunun kafasında yarattığı belirsizlik ve soru işareti ile biter hep. Sonu yok gibidir.
Kitapta yer alan Derin Kazın öyküsünde ise yazar, yine karakterleri üzerinden toplumu sosyolojik açıdan masaya yatırır. “Herkes birörnekliği seviyor; hemen özetlenebilecek durumları, kolay çözümleri…” diyerek toplumun toplu önyargısını gözler önüne serer. Toplum baskısıyla kalıpların içerisine soktuğu bireylerin nasıl yargılandığını gösterir bize. Kimliklerimizi belirleyen toplumun içerisinde olamadığımız –ben- sorunsalıdır anlatılan. Bireysel varoluşunu tamamlayamayan bireyler… Yaşanmamış yarım kalan hayatlar… Bir hayat kadınının toplumun değer yargıları içerisindeki var olma mücadelesini, kadının kardeşi üzerinden ele alır yazar. Öykünün sonunda ölen kadının bedenini toprağa verirken azar azar tükenişine tanıklık ederiz; daha derin kazın diye seslenen kardeşin çığlıklarıyla. Bütün yaşanmamışlıkları ve acılarıyla gömülen kadının daha derine gömülmesini isteyen çaresiz kardeşin çığlıklarıdır bunlar.
Sağlar adlı öyküsünde masaya yatırılan aile ilişkileridir. Anlatılmayan, iletişimin sözcüklerle yapılamadığı, boğazda düğüm düğüm biriken konuşamamanın verdiği acıyı hissederiz bu sefer. Oğluyla dost olmayı başaramayan bir baba, karısına sevdiğini söyleyemeyen bir koca, babasıyla konuşamayan bir oğul, kendini anlatamayan bir anne… Hep iç seslerle konuşmanın şişkinliğiyle bir tarafa savrulmuş, tam bir aile olamamış bireylerin hikâyesidir bu. Oğluna aldığı(hediye) beyaz gömleğin oğul için verdiği acıyı bile anlayamayan bir baba figürü vardır karşımızda. Her işe koşan, ter toz içinde kalan birine beyaz gömlek armağan etmek… Gülünç gelir… Oğul okumamanın verdiği, babasının istediği gibi oğul olmamanın verdiği ezikliğe rağmen kızmaz ona. “Bizi birleştiren bir şey var, olabilir biliyorum, onu arayacağım.” der öykünün sonunda.
Kahvede oturan emekli memur babanın gözünden sokağın nabzını da tutar yazar. Özellikle de sokaktan geçen kadınların… Babanın kahvede gazetede okuduğu bir kadın cinayeti haberi üzerinden şekillenir sokağın tasviri de. Gazetede öldürülen alımlı kadının bir hayat kadını olduğunu anlarız babanın iç sesinden. Karısını bu gösterişli kadınla karşılaştırırken de karı ve kocanın arasındaki iletişimsizliğe tanıklık ederiz. Karısının erdemleri üstüne evlendiklerinden bu yana hiç kafa yormadığını düşündüğü iç konuşmaları ise kulağımızı tırmalar. Çünkü tek bir sözcüğün bu erdem için yeterli olduğunu öbürlerinin kendiliğinden sıralandığını söyler baba. Kendi ölümü sonrasında karısının durumunu, sonra da karısı öldüğünde kendisinin duygu durumunu analiz eder kafasından. Yazar biri ölmeden bu çiftlerin yaşamlarında tutkuya yer olmadığını söylerken; “saygı, sevecenlik, anlayış, dayanışma gibi öbür sözcükler sıralanabilirdi belki…” der. Ama bunların da ancak ölünce…
Söylenmemiş sözcükler, duygular ve tutkular eksikliğinde yaşamların olduğu gerçekliğidir aslında yüzümüze vurulan. Hepimizin hayatında yok mudur bu şekilde bir yarım kalmışlık? Öyküyü okuyunca bundan duyduğumuz rahatsızlık hissi… Öyle yoğundur ki sözcüklerin yükü, anlatı yarım kalmışlık duygusu bıraksa da amacına ulaşmıştır. Anlatılmak istenen sözcüklere sığmıştır çünkü. Feyza Hepçilingirler’e göre; öykü sıkıştırılmış bir türdür. Söylenmeyenlerden de anladıklarımız vardır.
Kirli bir pencereden içeriye bakarız Uyar’ın öykülerinde. Gündelik hayatın kuşattığı insanların arayışları, çaresizlikleri, hüzünleri onun öyküsünün yaslandığı temel dayanaklardır. Toplumun kadına bakışını eleştirir. “… Yavaş yavaş hazırlanmalı diye düşünür. Hazırlanmak onun için bir erkeğe hazırlanmaktır.” diye anlattığı Köpük öyküsündeki Bedia’yı kocasının sevimli karısı olmayı tercih ettiği için kızar. Ya da adını vermediği Sağlar öyküsündeki kadın gibi adanmışlıkla kendi hapishanesini yarattığı için sitem eder. Oysa kadınlığının peşine gitmiş olsalar, kendi olabilseler mutlu olacaklardır. Yaşadıkları, kendilerine ait olmayan bu yuvalar zindanları da olmayacaktır o zaman. Kadına meta gözüyle bakan erkek ve kendi olamayan kadın üzerinden aile kurumunu irdeler bazen. Ama hep bir kabullenmişlik duygusu içindedir karakterleri. Her şey geride kalmış, sanki yapacak bir şey yoktur artık onlar için. Kendi olamadan ve hiç bir yere ait olamadan yok olup giden yaşamlardır…
Almanya’ya işçi alımındaki kuyrukta tanıdığımız Meryem’e takılır bu sefer gözlerimiz Ormanların Gümbürtüsü öyküsünde. Kitapta yer alan son öyküdür bu. Seçilmezse feda edeceklerini anlatır arkadaşına Meryem: “ –Olmazsa alırım çocukları giderim. Bir oda yeter, buzdolabı kalsın varsın. Tıraş makinesi zaten onun. Pilli pikabı da veririm. Hatta ‘’Arkadaşım ol Yeter’i ‘’Kader Derler’ ’i ‘’Severek Ayrılalım’’ ı bile… Daha olmazsa…” diye biter bu öyküde.
Tüm diğer öykülerdeki kadınlardan sonra, Meryem’deki kararlılığı, ayakları üzerinde durma cesaretini görünce içimiz rahat terk ederiz orayı. Varsın dinlemesin deriz o şarkıları. Yeni şarkılar bulur nasılsa kendine. Diğer öyküdeki kadınların bizde bıraktığı tüm umutsuzluğun izlerini Meryem’le sileriz. Yaşamla bir tür hesaplaşmadır tüm öyküler. Okuru tek solukta aydınlatmak istercesine dil cambazlığıyla mesajını vermiştir Uyar. Söylemediklerimi de sen zaten anladın, der okuruna… Iskalama yaşamı… Benim gösterdiğim kirli pencereyi temizle önce… Başka şarkılar dinle artık…
Tomris Uyar, Ödeşmeler ve Şahmeran Hikâyesi, YKY Yayınları