Ütopya Nedir? Distopya Nedir?
1868’e geldiğimizde ise John Stuart Mill, “Ütopya yaşama geçirilemeyecek kadar iyiyse demek ki tersi de distopyadır, yani yaşama geçirilemeyecek kadar kötü” diyerek ilk kez distopya terimini kullanır. Distopik metinlerin ortak misyonu totaliter hükümetleri eleştirmek, bilimsel ve teknolojik ilerlemelerin zararlarını gösterebilmek, iyilik ve insaniyet kaybolduğunda ne kadar çirkin bir dünyaya dönüştüğümüzü kanıtlamaktır.
İşte yirminci yüzyılın ortalarında yüzyıllar boyu beri gelen ve zıddıyla var olan ütopya kaybolur ve cennet vizyonu cehenneme dönüşür. Peki gerçekten dönüşür mü? Biz Thomas More’un ve Francis Bacon’ın ütopyası değil miyiz? Eğer onların geleceği bizsek bahsettikleri tüm “ideal” toplum çeşitlemeleri de “totaliter” ve “distopyacı” mıdır? Gregory Claeys bir makalesinde bu konuya şöyle açıklık getirir:
“Tıpkı bir kişinin terörist dediğine öbürünün özgürlük savaşçısı demesi gibi, bu argümanın içinde de bir kişinin ütopyası bir diğerinin distopyası olduğunu düşündüren bir şey var kuşkusuz.”
Ütopya-Distopya isimlendirmeleri hala tartışma konusu olmakla birlikte, aralarındaki ciddi farklılıklar da göz ardı edilemeyecek boyuttadır. Samuel Butler’ın nowhere kelimesinden türettiği Erewhon, Darwinizm etkisinin görüldüğü ilk önemli distopik bilim-kurgu örneklerinden sayılmaktadır. Görünüşte mükemmel bir ülkenin kurgulandığı romanda, medeniyetin getirileri bir tezat olarak ele alınır ve makinelerin gelecekte insanları esir etme ihtimali konu edilir.
Distopya’ya Bir Örnek
Örneklemek gerekirse, Cesur Yeni Dünya romanında cam fanuslarda yetiştirilen embriyolara Alpha, Epsilon, Delta gibi isimler verilir. Oksijenleri az tutulan Epsilonlar entelektüel zekaları olmayan ve sadece fiziksel işlerde çalışmak için yetiştirilen bir ırktır. Alphalar ise yönetici statüsünde yetiştirilen kalifiye insanlardır. Geniş bir çerçeveden baktığınızda insanlar mutludur ama kamerayı biraz yaklaştırdığınızda “Mutluluk nedir?” sorusunun spekülatif cevaplarından başlayarak kaçınılmaz kaderin ve baskıcılığın şiddetinden de bahsedilebilir.
Gerçek Olmuş / Hakikate Dönüşmüş Distopyalar
Bazı eserler tarihten ilham alırken bazı eserler ise gelecek senaryoyu önceden görürler. Bazı distopyalar hakikate dönüşmüştür. Jack London’ın Demir Ökçe adlı sosyalist distopyası 20. yüzyılın ilk distopya örneğidir. London, bu distopyada, Amerika Birleşik Devletleri’nde oligarşik tiranlığın işçi sınıfı, küçük burjuvazi ve çiftçiler üzerindeki baskısını anlatır. Emperyalizmin yükselişinin ve oligarşinin “demir ökçe” olarak nitelendirildiği romanda, tröstlerin ezilen kesim üzerindeki baskısının sonucu olarak ırkçılık, faşizm ve büyük savaşın (Amerika Birleşik Devletleri ve Almanya arasında) gelişini önceden haber verilebilmiştir.
Distopya ve Edebiyat
Direkt döneminin distopyasını kurarak kendi hiciv imgeselliğini kullanan edebiyatçılar da olmuştur. Zamyatin, Biz’de her vatandaşın devlete bağlı olduğu ve ad yerine sayılarla çağrıldığı bir toplumu tasvir etmektedir. Olaylar, sosyalist devrimden sonra 26. yüzyılda geçmektedir. Biz, Stalin öncesi dönemde, devrimin gidebileceği totaliter yapıya dikkat çekerken, Arthur Koestler’in Gün Ortasında Karanlık adlı distopyası da bir Stalinizm dönemi eleştirisidir. George Orwell’in ünlü romanı 1984’te ise gerçeğin saklandığı bir korku imparatorluğu hakimdir. Orwell; geleceğin kötü olacağını düşünerek kendi geleceğini tasarlamış, tasarlarken de tarihin yeniden yazılması, dilin öldürülüp yeniden kurulması, belleğin silinip yeniden inşa edilmesi, kolonileştirme gibi mezvulara değinir. Orwell’ın 1984’ü, gücünü Stanilizm’in erken ve Nazizmin en dehşetli yıllarına tanık olmasından almaktadır.
Geleceği Anlatan Distopyalar
Geleceğin hakikatini yazan distopyalar da bulunmaktadır. Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sı ise bir erken dönem burjuva toplumu distopyasıdır. Amerikalı otomobil üreticisi Henry Ford’un tanrılaştırıldığı, distopyada “Ford’tan Sonra” 632 yılı anlatılmaktadır. Dünya üzerinde tek bir devletin olduğu kurguda, insanlar belli bir üretim teknolojisine bağlı olarak şişelenir ve bantlarda dünyaya getirilir. Huxley, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Amerika Birleşik Devletleri’nin önlenemez biçimde yükselişi ve bu devletin gücünün gidişatına yönelik kaygılı bir kehanette bulunmuştur. Bu çerçevede Huxley, liberal toplumlarda hedonizm ve ahlaki zayıflığı eleştirir.