Yalnızlığın Ritmi -2-

Yalnızlığın Ritmi -2-

-YALNIZLIĞIN RİTMİ – 2-

Ellerim saçlarımın arasında kilitlendi. Popomun bütünleştiği soğuk zeminde bacaklarımı kendime doğru çektim. Ne yaşlarımı kontrol edebiliyordum ne de Kerime Hanım’ın anlattıklarının yankıları yalnızlığımın ritmini azaltıyordu. Aksine arttırıyordu. Titreme geldiğini hissediyordum. Birazdan dilim dişlerimi kilitleyip lala olacaktı. Tüm seslere karşı kulaklarıma duvar ördüm. Ne zaman sonra hatırlamıyorum. Nur ile Leyla’nın peş peşe seslerini duydum. Nur elinde su bardağı içinden su alıp yüzüme serpiyordu. “Mine Hanım iyi misiniz?” Leyla ellerimin titremesi dursun diye saçlarımın arasından ellerimi alıp sıkıca tutup, buz gibi olan ellerimi ısıtmaya çalışıyordu. “Mine’cim kendine gel lütfen. Korkutuyorsun bizi hadi lütfen!!!”

“O kadın babamın karısı imiş. İpuçlarımız aynı. İpuçları bir yana kocam dedi. Ayrıca yalnızlığımın ritmi ile tek avuntum taraklı toka idi. Tek avuntum idi. Çünkü babam olacak adamın anneme aşkının kanıtı olarak hep görmüştüm. Meğerse o kadına daha çok aşıkmış. Hep şefkat göstermiş. Bizi aramaz sormazken Kerime Hanım’ın bir dediğini iki etmiyormuş. Ben doğdum diye doğum hediyesi anneme verdiği taraklı tokanın aynısından kadına üç düşük yapmasına rağmen moral olsun diye gitmiş yaptırmış demek ki. Birde beni öldükten sonra öğrenince aldatıldım diyor. Bu tesadüf değil. Ben babamı yok saymışken. Seneler sonra neden beni buldu? Babam bunca yıl bulmamıştı da bu kadın neden bu sabah gelip beni bulmuştu? Önce kendisine güvensiz halleri vardı sonra meydan okuyan tavrı ile nasıl taraklı tokayı masama koymuştu? Sonra bir iz bırakmamak adına hızlıca çıkıp gitti.”

Tüm bunları Leyla ile Nur duyuyor sanıyordum ama içimdeki yalnızlığın ritmi ile konuştuğumu farkına vardım. Farkına vardığım an kendime geldim. Kendime geldiğim gibi ayağa kalkacak gücü bulabildim. Ellerim ve kollarımın yardımı ile duvardan destek alarak titreyen bacaklarımın üstünde kuyruğu dik tutmaya çalıştım. “Mektup!!!Mektup!!!” diye bağırarak, Leyla ve Nur’u iterek yarı toplayarak koşar adım odama üç adımda ulaştım.

Odaya girdiğim gibi zor oturdum masama. Benim doğmama vesile olan adamın yazdığı mektupta idi aklım. Kerime Hanım’ın gelişi, konuştukları aklımı karıştırmaya yetmişti. Ruhuma dokunmuştu. Uyuyan yılanı uyandırmıştı. Masamın üçüncü çekmesini açmaya çalışıyordum. Ama titreyen ellerim engelliyordu. Leyla arkamdan gelip yanımda dizlerinin üstünde oturdu. Yüzümü avuçlarının arasına aldı. “Mine lütfen sakin ol. Hastalar gelmeye başladı. Kendini toplamalısın.” Yüzüm Leyla’nın avucunda olsa da gözlerim çekmecedeydi. Leyla bilirdi takıldım mı bir konuya başka hiçbir şeye adapte olamazdım. Leyla gözlerini çekmeceye çevirdi. “İstediğin mektup bu çekmecede mi?” Evet anlamında başımı salladım. Dışarıda sorunlarına cevap arayan, ruh hallerini toparlamaya çalışan hastalardan hiçbir farkım yoktu aslında. Terzi kendi söküğünü dikemezmiş.

Leyla çekmeceyi sakince açtı. Zamana yenik düşüp sararmış mektubu çıkarttı. Tam önüme koydu. Nur elinde su bardağı masamın karşısına dikilmişti. Gözleri yerdeydi. Benimle bu sabah olduğu gibi şu anda da göz göze gelmemeye çalışıyordu. Normalde iri zeytin karası gözlerini karşısındakinin göz bebeklerinin dibine kadar bakmayı adet haline getirmiş olmasına rağmen bugün hep gözlerini benden kaçırıyordu.

Nur’un yüzüne dimdik bakarak, “Suyu masaya koyacak mısın? Yoksa öyle dikilmeye devam mı edeceksin Nur?”

“Şaşırdım Mine Hanım kusura bakmayın.” dedi, sesi titreyerek. Gözleri hala yer ile bütünleşmişken suyu masaya koyuyordu ki masa ile buluşmadan su bardağını Nur’un elinden kaptım. Az önce beni krizden çıkartmak adına yüzüme su serpmek için elini bardağın içine daldırmış olması bile umurumda değildi. Ben suyu daha yudumlarken, Nur konuşmasına devam etti. “Mine Hanım bugün üç hastanız daha var.” dedi gözlerime bakarak. Cevap verme gereği duymadım. Benim yerime Leyla verdi. “Nur bugün hakikaten çok garipsin. Senin duygusal yanına ne oldu acaba? İnsanların ruh durumu beklemez. Mine’nin hasta randevularına ben bakarım. Hadi çıkalım artık. Mine biraz yalnız kalsın.”  Leyla’yı başım ile onayladığım gibi Leyla ve Nur odamdan çıktı.

Ağlamaktan gözümde bulunan boyaların aktığını hissediyordum. Odamın içindeki tuvalete ağır adımlarla ilerledim. Ruhum bedenime ağır gelmeye başlamıştı. Aynaya baktığımda, rimeller çeneme doğru ince çizgi halinde üç şerit şeklinde çeneme doğru akmıştı. Gözlerimi iyice temizledim. Sıfır makyaj ile kaldım. Zaten göz kalemi ve rimel dışında suratıma bir şey sürmekten hiç hoşlanmazdım. Ben makyajımı temizledikçe sanki ruhum aranıyordu.

Masama doğru geçtim. Gözüme ilk takılan ikiz tokalar idi. Bu tokayı küçüklüğümden beri görürdüm. Hep aşk ile ilişkilendirirdim. Dünyaya gelmemde katkıda bulunan adamın annemi sevip, beni nüfusuna almamasına rağmen bu doğum hediyesi sayesinde beni kabullendiğini düşünür, avuntum olurdu. Az da olsa yaralarıma merhem olurdu. Yaralarıma merhem oldukça yalnızlığımın ritmi azalır sanırdım. Sanmak, avuntunun umuda doğru yolculuğun baş alfabesi aslında.

Kararsız olduğum kadar kararlıydım ve bir o kadar merak ruhumu kemiriyordu. Gözlerimi tokalardan ayırmadan, her ikisini avucuma alıp okşadım. Mektupta şimdi tek merak ettiğim Kerime Hanım’ın anlattığı gibi babası karısına olan ilgisini, sevgisini mi anlatmıştı? Ve karısına olan sevgisine yenik düşüp annemden ve benden vazgeçtiğini mi anlatmıştı mektubunda? Kerime Hanım’ın gelişi ile artık babamın neden bizden vazgeçtiği fikrinin yarattığı merak ağır basıyordu.

Sabah kliniğe gelirken bin bir cevapsız sorunun kuyrukları tilkinin kuyrukları misali birbirine değmemişti. Ama bu mektubu okuyunca aydınlanacak belki de yeni bir var oluşa geçeceğimi hissediyordum. Ya da sanıyordum.

İnce dudaklarımın yukarı doğru fiyonk olduğuna emindim. Umut fakirin ekmeği idi. Umutta istemsizce gülümsetiyordu. Şapşal olduğuna emin olduğum gülmemin devamında mektubun üzerini sevdim. Hiç buruşturmak gelmedi içimden. Babama karşı duygularım değiştiği için değildi. Sadece uyanan yılan yüzündendi.

Mektubu açmadan önce masamdan kalkıp iki renk hakim olan odamın ortasında dikildim. Bu renkleri mobilyalarım gibi bilerek seçmiştim. Gri ve beyaz tonları karmaşık ruh halimi rahatlatıyordu. Beyaz olan duvarlarıma ışıltı katması için Leyla’nın fikri olan altın yaldızlı oval ayna asılıydı.

Aynaya doğru yavaşça ilerledim. “Sen kimsin? Cesaretsizliğinin adı baba mı? Hangi surete inandın? Aynada gördüğüne mi yoksa kaçtığın köklerine inanmamayı mı tercih ettin?” Yıllardır bitmek tükenmeyen cevapsız sorular. Tek bildiğim babasızlığa koyduğum isim olan yalnızlığın ritmi. Kimselere diyemediğin isim. Mine Hanım sen dibe battıkça yeniden su yüzüne çıkmak için ayaklarını yere vurup su yüzüne çıkamadın.Vurgun yememek adına yalnızlığın ritmine sığındın.” deyip, suretimle hesaplaşmam bittiği gibi masama oturmaya karar verdim.

Telaşla mektubu açmak için elime aldım. Zarar vermeden açmak istiyordum. Bunun içinde telaşımı dizginlemek zor oluyordu. Nihayetinde mektubu açtığımda içinden küçük vesikalık renkli, ne çok eski bir zamana ne de çok yeni bir zamana ait olan bir fotoğraf kucağıma düştü. Gözlerim nemlendi. Bu adam babam olmalıydı çünkü su yeşili gözlerimiz, bakışlarımızın benzerliği gün gibi ortadaydı. Bunca yıl aynalara bakıp, “Kızım sen uzaylı mısın? Evdeki kadınlar esmer sen beyaz tenli yeşil gözlüsün. Yoksa senin annen bildiğinde kendi annen değil de hem yetim hem öksüz müsün?” diye dalga geçerdim kendimle. Ne tuhaftı bugüne kadar öfkemden dolayı yalnızlığın ritmi ismi verdiğim adamın fotoğraftaki sureti bile gözlerimin nemlenmesine sebep oluyordu. İnsanın inkar ettiği sadece duygularını saklamak için bilinçsizce kendini koruma isteği imiş. “Adam canlı karşımda olsa ne olurdu acaba?” Cevabını bilemediğim başka soru.

Nemli gözlerimi fotoğraftan çekip masanın üzerine koydum.  Mektubu zarfından çıkarıp nihayetinde okumaya başladım.

“Merhaba Mine. Canım kızım. Bu mektup eline geçtiğinde yaşıyor olur muyum? Bilmiyorum. Yıllardır bağlantım olmayan annene bu mektubu nasıl yolladım ilk merak ettiğin olabilir. Orası bende kalsın.”

Elimde tutuğum mektuba alaycı gülümsedim. “Zaten yaşadıklarınız bin bir cevapsız soru ile sizde kaldı. Ben dış kapının dış mandalı idim. Neyse.” deyip, mektuba devam ettim.

“Mektubu annene ulaştıran kişi kendisine bu mektubu sadece senin açman gerektiğini söyledi. Bu mektubu sana borçluyum. Kim olduğumu? Kim olduğunu? Atalarını anlatmaya mecburum. Son görev olarak kabul et. Mektubu okumadan önce bilmen gereken en önemli gerçek cesaret yoksunluğum yüzünden bu hayatın etrafında kaybedene kadar dolandım. Senin de iyi bildiğin gibi annen iyi bir terziydi. El emeği göz nuru ile seni büyüttü. Ben anneni tanıdığımda on sekiz yaşında genç bir kızdı. İsmi belli olan bir terzinin yanında çıraklıktan yetişmişti. Teyzende on altı yaşında ve okumak zorundaydı. Deden erken yaşta öldüğünden tek bir emekli maaşı ile geçim olmayacağı için annen hayata erken atılanlardan idi.”

Mektuba kısa soluk kadar ara verdim. Gözlerimi oturduğum masamın arkasında duran pencereye diktim. Annemin kim olduğunu, beni büyütmek için koca bir yüreğe sahip olduğunu biliyordum zaten. Mektuba annemle başlaması ilginçti. Bizi terk eden adam neredeyse annemden hayranlıkla bahsediyordu. Mektuba kaldığım yerden devam ettim.

“Bildiğin konularla başladım. Neden bildiklerimi anlatıyor diye kendi kendine soracaksın. Ben cevaplayayım. Anlatırken, yazarken korkuyorum. Cesaretsizliğimin diğer yüzü. Ben cesaretimi toplayana kadar ışık görmüş tavşan gibi olurum. Kısaca klasik hikaye bizimkisi. Babam üst  düzey yönetici olduğundan annem ile çok davetlere giderlerdi. Annem yani babaannen çok titiz kadın olduğundan mağazalardan giyinmezdi. İlla terzide dikilecek üstünde tek kare pot olmayacaktı. Benimde üniversite son sınıfta olduğum dönemdi. Annemin her zamanki terzisinden ilk defa bitmiş olan elbisesini ben alacaktım. Almaya gittiğimde anneni görünce cesaretsiz bünyem adrenalinin etkisi ile cesaret dolmuştu. Simsiyah gözleri, pürüzsüz esmer teni beni resmen çarpmıştı. Ne olduğunu anlayamadım. O kadar anlayamamıştım ki elbiseyi almayı bile unutmuştum. Annenin hayattaki tek derdi ekmek kavgasıydı. Ben ise her şeyi elde etmiş biri olarak ilk defa tattığım gönül sancımı dindirme derdindeydim. Dayanamadı ısrarlarıma. Artık annen benimdi. Askere gidene kadar ilişkimiz devam etti. Asker dönüşü evlenecektim. Askere gittikten belli müddet sonra annenden bir mektup gelmişti. Annen hamileydi. Ailesine diyemezdi. Dul bir annesi, küçük kız kardeşi vardı. Annenin karnı belli olmadan koruma altına almalıydım. Üniversiteden çok samimi olduğum Kırklareli’ne bağlı balıkçı beldesinde ailesi ile birlikte yaşayan arkadaşım vardı. Daha doğrusu benden üç sınıf büyük biriydi. Üniversite bitince geri dönmüştü. Bazı dersleri ortak olunca tanışmıştık. Zamanla arkadaşlığımız dostluğa dönüşmüştü. Benden önce askere gitmiş, evlenip topraklarına geri dönmüştü. Biz annen ile flört etmeye başlayınca dostum ve eşi ile tanışmıştı. Bir mektubum annene sahip çıkmasına yetmişti. Annen hamileliğin üçüncü ayında gidip yerleşmişti. Daha doğrusu bir not ile evden kaçmıştı. Bu olaydan bir ay önce annem küçücük bir hatamızla annenin hamile olduğunu öğrenmişti. Annene göndereceğim mektubu yanlışlıkla kendi adresime yollamıştım. Tabi mektupta annenin hamileliğinden bahsediyordum. Allah’tan senin ve annenin sığınacağı yerle ilgili, ailemin karşısına askerden sonra bebeğimiz ile evli olarak çıkacağımızdan bahsetmemiştim.”

Pencereye dönük okuduğum mektubuma şiddetle yağan bahar yağmuru eşlik ediyordu. Mektup iki sayfaydı. Okurken bile kalbim yoruluyordu. Masada yarısı su dolu bardağa uzandım. Sanki çölde kalmış biri gibi kana kana içtim. “Adam sahip çıkarken bile kuyruğu dik tutmak yerine kaçak karar vermiş. Aşka dimdik duracak cesareti yokmuş yazık!!! Daha bir saat önce kızdığım adama acımaya başladım. Daha fazla okumaya devam etmek istemiyordum aslında. Ama başladığım hiçbir işi yarım bırakmayı sevmiyorum.”

Mektubu okumaya devam ettim. “Annem gönlümü birisine kaptırdığımı askere gitmeden önce hissediyordu. Mektubun içinde hamilelikten dolayı elbise provası yaparken kendisine dikkat etmesi gerektiğini,  patronunun ismini vererek çok yorulmaması için ricada bulunmasını mektupta yazmıştım. Ve annemin bizimle ilgili parçaları toplaması zor olmamıştı. Annem ben askerden gitmeden önce planlarını hazır etmişti. Askerden eve döneceğimi zannederek planlarını yürürlüğe sokmuştu. Haberim olmadan kız istem töreni benim adıma gerçekleşmişti. Kerime zaten mahallemizin, aile dostumuzun kızıydı. Bize denk bir aile idi. Yıllardır hep beşik kertmen diye annem dalga geçer sanırdım ama işin rengi öyle değilmiş. Yavuz Sultan Selim’in Hürrem Sultan’ı bizim evde can bulmuş haliydi. Annemin planları tere yağından kıl çeker gibi yıllarca hal olmuştu. Babama da sadece kendisini onaylamak ve desteklemek görev olarak verilmişti. Zaten evde hep annemin sözü geçerdi. İyi bir yönetici olan babam evde iyi yönetici değildi. Askerden döndükten sonra eve dönememiştim. Geri döndüğümde dört aylık olmuştun. İki ay daha sizinle geçirdim. Ama artık iş bulmak ve size bakmak zorundaydım. Arkadaşımın hem evinde kalmak hem masraflara ortak olamamak ağrıma gidiyordu. Balıkçılık yapan bir bedelde yaşıyorduk ama balıkçılık yapacak şahsiyette değildim. Bir eli yağda bir eli balda yetişen biri için limon satmak bile ağır işti. En azından benim için. Çocukluğumdan beri hiç zor şart görmemiştim. Hiç eksik kalmamıştım. Annem bir gün zora düşüp geleceğimi bildiğinden iki ay yanlarına dönmemem kendisini etkilememişti. Döndüğümde gidemeyeceğimi bilmiyordum. O dönüşümle bir daha geri dönemedim. Beş parasız ne yapardım diye düşündüm. Bir daha da size dönemedim. Benim için seçilmiş olanla evlendim. Kerime annemin aynada ki aksiydi. Resmen Hürrem Sultan olmak için yaratılmıştı. Annemden sonra Kerime’nin yörüngesinde idim. Kısaca cesaretsizliğimin esareti oldum.”

İki sayfalık mektup bitmişti nihayetinde. Gerçekten esaret dolu hayatı mı olmuştu biz yokken? Bir erkek limon satar gene vazgeçmezdi bizden? Annem, teyzem çalışıp, anneannemin kocasından kalan emekli maaşı üç kadın birbirimize tutunmuş idik. Ama bir adam üç kadının yaptığını yapamamıştı. Tek anladığım adamın cesaretsizliği idi. Sırf bu karakteristik özelliği bile varlığına iyi ki uzak kalmışım dedirtti. Yalnızlığımın ritmi babam olacak adama çok uygundu. Aslında cesaretsizliği kendi hayatının yalnızlığına gömülmesini sağlamıştı. Tuhaf olan ise bir babanın kızına ilk ve son mektubunu yazarken kendini bu kadar eleştirerek anlatacak olmasıydı.

Ben bu mektuptan ne bekliyordum? Okuduklarım beni tatmin etmiş miydi? Beklediğim şey tek kelimeydi ÖZLEDİM…. Kerime Hanım sabah kliniğe gelip konuşmanın sonunda saçımı okşardı, bir dediğimi iki etmezdi deyince “Vay be!!! Baba kelimesi iyi ki bana yasak edilmiş” içimden demeden edememiştim. Anneannemin ne kadar haklıymış. Gerçekler çok acı idi. Bu mektubu da okuyup eski yerine koyarken Kerime Hanım’ın sabah yanıma neden geldiğini hala merak ediyordum? Hürrem Sultan’a benzetilen bir kadın beni neden merak etmiş olsun ki? Asıl soru şu beni Kerime Hanım ile kim neden yüzleştirmek istedi? Kadın gergin girdiği odadan ego tavan yapıp çıkmıştı. Ayrıca benden haberi varsa yalnızlığımın ritmini benimle neden bir şekilde görüşmesine izin vermemişti? Kerime Hanım’ın anlattıkları ile mektup arasında bağ kurmaya çalışıyordum ama bağ yoktu. Tek bağ kendisine de aynı toka dışında mektup bırakılmış olmasıydı. O mektupta her ne yazıyorsa kadının canını acıtmış olmalıydı. Bana her banyodan sonra saçlarını taradığını, kuruttuğunu, saçlarını okşayarak uyuttuğunu anlattığında canım nasıl yandıysa mektubu okuyunca Kerime Hanım’ın da canı acımıştı. Kadın bana bir şeyleri ispatlamak istediği veya öfkesini kusmak için geldiğini düşünmeye başladım.

Kerime Hanım kocası içerken en çok “Bir gün buluşacağız” şarkısını dinlediğini söylemişti. Şarkıyı dinlerken acaba annem ile mi buluşmayı umut etmişti? Oturduğum yerden ayağa kalktım. Sabah Leyla’ya gösterdiğim iğde ağacına bakarken kendimi gülümserken buldum. Annem ile yalnızlığımın ritmi arasında belki de çok güçlü bir aşk vardı ve üç ay önce birbirlerinden habersiz aynı anda göç etmişlerdi. Düşündükçe cevapsız sorularım kendiliğinden çoğalıp saçmalamaya mı başlamıştım?

Bir anda başımda bir ampul yandı. Çizgi filmlerde, komedi filmlerinde olur ya aynen öyle. Kötü niyetli olduğunu sanmıyorum ama büyük ihtimalle Leyla Kerime Hanım’ı bulmuştu. Tahminlerime göre çekmecemde mektubu bulup adresten Kerime Hanım’a ulaştı. Leyla, babamın öldüğünü bilmeden babamla aramda bağ kurmak istemiş olabilirdi. Özellikle annem öldükten sonra hayatımda teyzemden başka kimse yoktu. Ne çocuğum ne bir hayat arkadaşım. Kısaca işimden başka tutunacak dalım yoktu. Leyla’nın benim adıma tek umudu, yalnızlığımın ritmi evlendiyse ve çocukları olduysa şu hayatta yalnız kalmama ihtimalim azalacaktı. Bu durumda Kerime Hanım’ın bulunmasında şüpheli oklar Leyla’yı gösteriyordu.

Hızlıca odamdan çıktım. Mektup elimde Leyla’nın odasının içinde kendimi buldum. İçeride hastası vardı ama umurumda değildi.

“İyi misin Mine?”

“Değilim. Hem de hiç iyi değilim. Sırtımdan vuruldum.”

Leyla önce sinirden titreyen elimin tuttuğu mektuba ardından bana baktı. “Dışarıda konuşalım mı?” Hastayı gözleri ile işaret etti. Sinirden terleyen suratım aynı zamanda utançtan kızarmıştı. Sağ tarafımda tekli koltukta oturan hastaya baktım önce, “Özür dilerim.” deyip, Leyla’ya dönüp, “Tamam dışarıda konuşalım.” dedim.

Dışarıda önce kısa süreli karşılıklı bakıştık. Leyla’nın gözü elimdeki mektuba takıldı. Elimden mektubu alırken hissizleşmiş idim. Hiç itiraz etmedim. Leyla mektubu incelerken kafamın içindekileri dilime döktüm. “Kötü niyetli olmadığını biliyorum. Ama bu adam ile hiç bağlantım olsun istemedim. Umurumda olmadı bile. Beni terk edenlerle işim olmaz. Bunu sen daha iyi biliyorsun. Bana danışmadan babama ulaşmam için Kerime Hanım’ı sen mi buldun?”

Leyla mektubu tekrar aldığı yere elime sıkıştırdı. “Sen bence git bir dinlen. Senin baban olacak adam İstanbul’da yaşamıyor muydu? Ama bu mektup Kırklareli’ne bağlı beldenin adresi. Burası bir balıkçı beldesi. Buraya oğlanı alıp sık olmasa da gitmişliğimiz var. Bence sen beni suçlayarak vakit kaybetme. Yeni ip uçlarını takip etmeye ne dersin? Baban İstanbul’da yaşamasına rağmen bu mektubu neden buradan yollamış? Kiminle yollamış? Çünkü ne düşünüyorsan o kişi ben değilim. Hafta sonu gelmişken bence iyice dinlen. Kafanı topla. Bende hastalarım ile ilgileneyim.” Leyla sözün bittiği yerde odasına hızlıca girdi.

Bin bir sorunun başımın arkasında bıraktığı ağrıya eşlik eden çöken omuzlarım ile öyle kalakaldım. Zamanı durdursam çocukluğumun bir yanı eksik kalmasa. Yalnızlığımın ritmi hiç atmasa yerine baba desem. Rüzgar tersine esse, yağmurlar yerden gökyüzüne yağsa, adaletsizlik adaletin yanından geçmese olmaz mıydı?

Nur’un omzuma dokunması ile kendime geldim. Gözyaşlarımı sildim. Nur’un bana bakmaktan itina ile çekindiği gözlerine bakarken bıyık altından istemsizce güldüm. Odama geçip, çantamı aldım ve klinikten çıktım.

İstanbul’un isli, sisli yağmurlu havasında taksi bulmam çok ilginçtir ki hiç zor olmamıştı. Taksiye bindiğim gibi kolumdaki saate baktım saat bir olmuştu. Eve geldiğimde beş yıldır her türlü kahrımızı çeken Füsun abla yine bir türkü ağzına yakıştırmıştı. Genellikle yemek yaparken türküyü ağzına yakıştırırdı. Kapının açılma sesini duymamıştı. Kapıyı kapadığım gibi kapı sırtımı öptü. İnsanın kendine ait bir yerde olduğunun kanıtı evinde pişen yemek kokusuydu. Aitlik duygusu güzeldi.

Ayakkabılarımı çıkarıp mutfağın kapısına dikildim. “Merhaba Füsun abla” dememle, evin  minyatür yardımcısı Füsun abla yerinden zıpladı. Mutfak kapısına, sese doğru dönerken baş parmağı ile damağını yukarı kaldırdı.” Allah iyiliğini versin kızıl” dedi. Üniversite bittiğinden beri kızıl renginden başka renge saçlarımı boyatmamıştım. Bu yüzden ismim yardımcımızın dudaklarında kızıl idi.

Gülümsedim. “Kolay gelsin. Ben teyzem gelene kadar uzanacağım. İşin bitince kapıyı çeker çıkarsın.” Tamam anlamında gülümseyerek başını salladı. Bu kadın ağlıyor muydu acaba? Ben beş yıldır hiç görmemiştim. Sanırsın hiç sorunu yok. Böyle insanları seviyorum. Sorunları ne olursa olsun, hayatla ilgili ne dertleri varsa içlerinde bir yerde saklıyorlardı. Aslında duyguları ne olursa olsun belli etmeyen poker yüzler.

Ne kadar uyudum bilmiyorum. Saçlarımı okşayan minik, yumuşak elleri hissetmemle gözlerimi aralamaya çaba sarf etmeye başladım. Sersem gözlerimin hapsindeyken teyzem olduğunu belli belirsiz anladım. Gülümsedim. Annem ile ne kadar benziyorlardı. İyi ki vardı diye düşündüm.

“Hadi kalk akşam yemeğimizi yiyelim fıstık” dedi. Yüzüstü kendimi çevirip “Tamam” dedim. Saatime bakmaya gerek yoktu. Teyzemin hafta içi yıllarca hangi saatte evden çıkıp işe gideceği hangi saatte işten eve döneceği hiç şaşmazdı. Demek ki saat yedi olmuştu. Dört beş saat kesintisiz uyumuştum. Zaten ne zaman canım sıkkın olsa kepenkleri kapatıyordum. Kollarımı başımın altında kavuşturdum. Tavana biraz daha bakıp aşağı yukarı gerinirken üstüme başıma baktım. İş kıyafetimi çıkaracak halim olmadığı üstümü soyunmamış olmamdan belli oluyordu. Ev kıyafetlerimi giyinip odamdan çıktım.

Mutfağın kapısında dikildim. Kendini annem gibi ailesine adayan kadını seyrediyordum. Sevmek buydu işte. Cesaretsizliğin kalbine sığınıp, bahaneler üretip, tutman gereken eli bırakmak değildi. Teyzem hiç evlenmedi. Ben büyürken maddi, manevi ikinci annem oldu. Hasta olup uykusuz kaldığım gecelerde annem kadar başımda bekledi. Yeri geldi veli toplantılarıma katıldı.  Benim için babasız büyürken hayatın merdivenlerinde tökezlememek imkansızdı ve her düştüğümde annem ile birlikte teyzem kaldırdı. Daha birçok saymakla bitiremeyeceğim nedenlerden dolayı yarı annemdi. Eğer kendini seçip evlenseydi uzaktan kumanda ile doğduğu aileyi yönetemeyeceğini gayet iyi biliyordu. Bugüne kadar hiçbir şeyi saklamamıştım kendisinden. Daha doğrusu beraber yaşadığımız dört kadın hayatımız boyunca birbirimizden hiç saklamamış idik.

Evde baba kelimesini anneannem yasaklamıştı ama annem ile anneannemin peş peşe ölümleri ardından teyzem arada babam hakkında konuşmak istiyor gibiydi. Hep susturmuştum. Nasıl olsa yalnızlığımın ritmine alışmıştım. Deşmek istememiştim. Acaba Teyzem, Kerime Hanım’dan babam ile ilgili bilgileri bana ulaştırması için kadını bulmuş olabilir miydi? Tamamen iyi niyetli olarak. Sözde babamın karısının saçlarını nasıl okşadığını, bir dediğini iki etmediğini Kerime Hanım anlatırken ego gözlerini, bedenini saracağını teyzem nereden bilecekti?

Evde ki lakabı sır küpü olan biri kendi sırrını verir miydi? Hele ki benim gibi hem mesleki açıdan kendini geliştirmiş biri olarak hem de çocukluğumdan itibaren bir köşeye çekilip hiç konuşmadan insanlar üzerinde gözlem yapan anlardı. Vücut dili herkesi ele verirdi. İçine doğru konuşanlar şunu iyi bilir, dışarıya konuşanlar farkında olmadan hep açık verir.

Mutfağın kapısında bin bir cevapsız soru ile hala dikilmiş teyzemi seyrediyordum. Teyzem dalmış yemekleri tabağa koyarken damdan düşer gibi, “Bugün çok ilginç bir şey oldu teyze. Doğmama etkisi olan etkisiz adamı tanıyan bir kadın geldi.  Annemin yıllardır gözü gibi baktığı tokanın ikizini masamın üzerine hiç çekinmeden koydu. İsmi Kerim’e Hanım imiş.” Daha Kerime Hanım hakkında anlatacaklarım bitmemişti. Kerime Hanım dediğim gibi içi karnıyarık dolu tabağın yerle öpüşmesi bir oldu. Teyzem gizli saklı bir şey yaptığında, yalan söylediğinde, heyecanlandığında sakarlığı hep üstünde olurdu. Yani Kerim’e Hanım’ı bulan teyzem miydi?(DEVAM EDECEK….)

 

 

 

 

HER HAKKI SAKLIDIR

Filhafza
03.10.1975 doğumludur. Evli ve bir kız çocuğu annesidir. İktisat ve sisyoloji mezunudur. Kendini bildi bileli yazar. İlk öykü kitabı AŞK KAPIDAN DIŞARI, Ataköy gazetesinde 15 yıl köşe yazarlığı yapmıştır, instagramda min_oykuler adlı kişisel sitesinde küçümek öyküler paylaşmakta, kayıp rıhtım adlı sitede ara sıra aylık öyküler paylaşmakta ve Haziran ayında yayınevine göndermek üzere yeni romanı üstünde çalışmaktadır. Yazarken arada nefes almak aďına mandala çizimleri yapmaktadır.
Önceki
Yalnızlığın Ritmi -1-
Sonraki
Bu Kadarını Beklemiyorduk

İlginizi Çekebilir

kooplog'dan en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerez (cookie) kullanıyoruz.