Haddini aşan her duygu zıddına dönüşür. Haddinden fazla sevdim, şimdi nefrete dönüştü. Ve en çok seven, şimdi onu en çok kaybedendi.
“Bir gün bütün sınırlar kalktığında nereye gitmek isterdiniz? Bu soruyu yorumlarda cevaplayabilirsiniz. Ben cevabımı sonra vereceğim.”
İlaca başladığımdan bu yana yaklaşık iki üç ay geçti. Ilık bir okyanusun sakin sularında yönünü kaybeden balıklar gibi yüzüyordum. İlacın etkisi, bana okyanusta kaybolduğum gerçeğini unutturup ılık suyun rahatlığına odaklanmamı sağlıyordu. İstediğim kadar hayali sabit bir noktaya bakarak yüzdüğümü düşüneyim, o noktalar anında çoğalıp tüm ufka yayılıyordu. Güneş batıp da karanlığa kaldığımda, ne noktalar ne de yüzdüğüm deniz kalıyordu. Tek tesellim, bir teknenin beni gelip kurtarma ihtimaliydi. Su ütünde sırt üstü yatıp beklemekten başka çarem yoktu.
Buraya güzel şeyler yazmayı ben de isterdim. Lakin bütün gençliğimiz, hayatlarımız ve hayallerimiz tek bir zat tarafından mahvedilmişken, artık hiçbir güzellik uzun yaşamıyorken, her yanımız haksızlıktan, zorbalıktan geçilmiyorken güzel şeyler düşünemiyor oldum. Sanıyorum ki toplumsal olarak ortak bir acımız var ve onu içten içe yaşıyoruz. Ama nedense bu acıyı fark etmek yıllar sonra gerçekleşti. O yüzden bu acıyı son yılda yaşayan herkesi de kötü hayatlarımızın nedeni olarak görüyorum.
Nedenini bilmediğim bir nefret vardı bir de kendime. Aslında pek de nefret sayılmaz, daha çok pişmanlık diyelim. Ne kadar kibar, düşünceli ve özverili olduysam, emeklerimin o kadar zıttı bir dünya karşıma çıktı, çabalarımın ve beklentilerimin de o kadar dibe battığını gördüm. Bu durumu şimdi değiştirsem bile, eskiden yapabilecek olmanın vereceği mutluluğu vermezdi. Peki bütün bu kötü diye adlandırdığım kederli ve hüzünlü hayatı ben mi seçmiştim? Ortada sanki herkesin bildiği ama bir tek bana öğretilmeyen bir bilgi vardı da ben başıboş kalmışım gibiydi. Bana hastalıklı olduğumu hissettiren ağır bir yük altında ezilen beynimin tek kurtuluşu olarak gördükleri bu minik beyaz ve turuncu hapları almam da beni bir nebze olsun rahatlatmayacaksa, ben hangi akla hizmet bu mevcudiyetimi sürdürüyordum?
Sonumun nasıl olacağını asla kestiremiyordum. Beni gerçekten ben olduğum için kabul edecek insanlar olmadığında çevremde, yaşamamın da bir anlamı kalmıyordu. Ne sevdiğim bir iş vardı dünyada ne de tutkusuyla içinde kaybolduğum bir aktivite. Bütün kalbimle ve düşüncemle, bu çağı kesinlikle temsil etmiyordum. Yaz geceleri ateş ve kamp çadırlarıyla aydınlanan, kışın yürüyüş için mükemmel bir patika sunan sahilin kenarındaki evimden çıkmayı dahi yorucu bulur, günümü evde, bilgisayarımın karşısında geçirirdim. Balkona oturur, ölümünü bekleyen yaşlılar gibi saatlerce çay ve tütün bitirerek denizi ve insanları izlerdim. Onları izlemeyi, aralarında vakit geçirmekten daha keyif verici bulduğumdan mıdır bilmem, hayatı da hep izledim.
Zaten yaz mevsiminden de nefret ederdim. Sıcak havalarda kıyafet zorunluluğu gelir gibi dikte edilen ince kıyafetleri giyip yarı çıplak dolaşmanın, istediği kıyafetleri giyememenin, serinlemek için sürekli ıslak bir halde olmanın ya da en ufak rüzgara hasret yaşamanın nesini güzel buluyordu ki insanlar? Herkesin rahatlıkla ve düşünmeden yaptığı şeyleri benim yapamıyor olmam bile tek başına sorunlu ve garip görünmeme yetiyordu. Doğal olarak da bulunduğum toplum tarafından dışlanıyordum. Hoş, bu yerden kaçmak için elimden geleni yapıyordum. Ancak içten içe, nefret duyduğum herkesi kıskanıyordum. Arkadaşlıklarını, eğlencelerini, sarhoş olmalarını, flörtleşmelerini, çiftleşme öncesi muhabbetlerini, sonrası muhabbetlerini, yatak odalarına girmesem bile o kadar belli ediyorlardı ki yüzlerinden, tüm bunları keyif alarak yapamadığım için kıskanıyordum onları. Belki de burayı okuyan sizleri de. Ne dünyanın en güzel sevişmesiyle mutluluğa ulaşmıştım, ne kazandığım unvanlarla hak ettiklerimi almıştım, ne de başarı olarak adlandırılan işlerimle kendimi tamamlanmış hissetmiştim. Kimse susmuyor, kimse dinlemiyordu. Hıza kavuştuk ama yerimizde saydık. Daha çok yaşıyor ama daha az hissediyorduk.
Beni yalnız bırakmayı tercih ettikleri için de nefret ediyordum. Hep benden bir şey beklenilmesinden, ilk adımları hep benim atmak, gülümsemek zorunda olmaktan, onların içinde kendim bile olamamaktan tükendim.
Dünyayı dolaştım. Farklı dilleri, kültürleri tanıdım. Bir dünya insanı olarak gördüm kendimi. İnsanları sınırlarla belirlenmiş coğrafyalarına göre değil, kişiliklerine göre sınıflandırmayı tercih ettim. Hayatı ve dünyayı anlamlandırma çabalarımın hepsi de nihayetinde güzel ve huzurlu bir yaşantıya ve anlayışlı dostlara sahip olmaktı.
Şimdi geldiğim noktaya baktığımda, göz göze geldiği insanları korkutan, konuşulmaktan çekinilen, kalabalık grupların dışında, atıf köşelerde tek başına oturan ve uzak durulması gereken biriymiş gibi görülen biri olup çıktım. Elimde bana kalan, nefret edilen bir iş, değiştirmek için yırtındığım hayatım kaldı. Beni değerli ve ilgi çekici biri yapacağını düşündüğüm bütün yeteneklerim beni, herkes gibi işini yapıp para kazanmaktan, özgüvenle dolu bir şekilde caka satmaktan alıkoymaya başladı.
Şimdilerde, son çare olarak, yaşadığım coğrafyada bir sorun var düşüncesiyle bulunduğum yeri terk etme çabasına giriştim. Bundaki en büyük etmen de tabi ki gidip gördüğüm yerler ve tanıştığım yabancı insanların bana olan sevecenliğiydi. Hemşerilerimden görmediğim ilgi ve alakayı onlardan gördükçe, samimilikle yaklaşan yüzleri tanıdıkça, kendimi onlara daha yakın hissettim. Samimiyetiniz ne olursa olsun, sizi önce dinliyorlardı. Buradakilerin asla yapmadığı bir şey. Tartışma kültürünü bile asla öğrenemedik. Hemşerilerime çektiğim yabancılığı, yabancılara karşı hiçbir zaman çekmedim.