İnsan, doğa karşısında eninde sonunda yenileceği savaşı inatla ve inançla sürdüren bir canlıdır. Sonunda yok olacağı doğa kanunu karşısında çaresizce sürdürür yaşamını. Varoluş sancıları arasında… Bazılarımız için yok oluş o malum son gelmeden yaşanır çoğu zaman. Hem yaşamın içinde hem de dışında olma haliyle… Beklenen son geldiğinde ise kaçınılmaz olan yok oluş tamamlamış olur.
6 Kasım 1999 bir gazete haberi; “…Yazar, Selçuk Baran bu sabah geçirdiği mide kanaması sonucu yaşamını yitirdi…” Ondan ‘Bir solgun resim’ diye bahseden Füsun Akatlı bu küçücük sütunlara sıkışan ölüm ilanı için; ‘noktaladığı hayatın da küçücük olduğunu düşünmeyin’ der bize. Yazdığı sayfalar dolusu kelimelerde gizli kocaman bir dünyadır yaşamı çünkü… Hayata çok önce küsmüştür Baran. Bu ölüm ilanı onun gerçek hayattan kopuşu karşısında bir şey ifade etmez bu yüzden.
Haziran’la başlar yazım serüveni. Tomris Uyar onun için ‘rejimi düzenli bir ırmak’ benzetmesi yapar. Necip Tosun’a göre bunun nedeni; onun taşmayan, taşmayı, çağlamayı düşünmeyen öncelemeyen bir yazar portresi çizmesidir. En belirgin özelliği; hikâyeyi ‘ifşaata girişme, özeleştiri yapıp rahatlama, boşalma’ gibi dürtülerin bir aracı olarak kullanmayışıdır Uyar’a göre. Hayatın dikkate alınmayan gözden kaçırılan anlarının kaydını tutar Baran. Tabii ki çoğu yazar gibi kendi hayatından duygu durumundan tortular bırakır hikâyelerinde. Günlük olaylar karşısında, ‘kişinin kendini ve yaşamını gözden geçirme zorunluluğunun kaçınılmaz bir sonucu’ olarak yapar bunu.( Uyar’ın dediği gibi.)
Hayatın adil olmayan yüzünü, günlük yaşamın kısa kesitlerini, kenarda kalmış unutulan yaşanmamış hayatları önümüze serer. Mevcut toplumsal yapının içindeki yanlış erkek ve kadın algısını, yalnızlığı, mutsuzluğu, her şeye geç kalınmışlığı anlatır. Hayat karşısında yenik başlayanlar ama yeniden başlayacak enerjileri kalmamış, ölümü bekleyen karakterler yaratmıştır hep. “…Yaşamaya yeniden mi başlamamız gerekiyor yoksa? Öyle olsa bile hani nerede vakit.”
Her şey için mi geçtir? Neden yeni başlangıç yapamazlar? Nasıl baş edilecektir hayatla o zaman? Okur bunları sorar sürekli… Yorgundur kahramanları Baran’ın. Dinlenmek için ölümü beklerler. ”…Uyusam. Uyusam. Hiç uyanmasam. Çünkü biliyorum, yapacağım hiçbir şey kalmadı artık. Ne kadar yorulsam boş… Ama yeterince yaşanmadan da ölünmüyor ki!”
Yanlış kurulan toplumsal düzenin içinde mücadele eden, yanlış tercihler yapan, terk eden, terk edilen, kayıplar yaşayan, kapıların yüzlerine kapatıldığı insanlardır bunlar. “Ayaklarıyla ilgilenmeyi çoktan unutmuştu. Yatağın ta öbür ucunda iki uzun yabancı şey… Bütün anlamını yitirmişti.” der kitapta yer alan ilk öyküsündeki yatalak adam. Yalnızdır kahramanları…”Onun ayaklarını unuttuğu gibi ötekiler de adamı unutmuşlardı. ” Sanki kendi hayatını önceden görmüş gibidir…
Edebiyat iktidarında (kimse bu) tasvip görmemiş, çoğunlukla görmezlikten gelinmiştir nedense. Yazarlar Ansiklopedisi için kendisinden istenen bilgi formuna yazdığı ek bilgi bile ondaki küskünlüğü yansıtır. ”…Başarısız bir yazar olduğumu kabullendiğimden, 1994’te yazmamaya karar verdim, o günden beri herhangi biri olarak hayattan keyif alıyorum.” Gerçekten keyif almış mıdır bu hayattan? Okurundan ve yazmaktan onu alıkoyan nedir? Neden pes etmiştir Baran? Okurun, edebiyat dünyasının vefasızlığı mıdır bunun nedeni? Ölümünden yıllar sonra onun adına ödüller düzenlenmesi ve etkinlikler yapılması sağlığında verilmeyen vefa borcunun ödenmesi midir? (Ya okurun vefa borcu…) Ama keşke hayattayken tüm bunlar yapılmış olsaydı… Küskün kaldığı o dönemde yazmayı bırakmayıp bize daha fazla eser bırakmaz mıydı o zaman?
Uzağında olup biteni yaşamına sokmaktan korkan, ailenin dağılıp çözülmesini istemeyen anneler vardır merkezinde. Yeniliklerden daha doğrusu umuttan korkarlar hep. Belki hiçbir şeyin değişmediği, değişmeyeceği o tekdüze yaşamda alışılagelen kaderciliktir bunun nedeni… Dört duvarın arası güven verir onlara. Ama kapıların kapanmasını da istemezler hiç. Kapısı olmayan sokağın sonsuzluğundan korkarlar. “İnsana kısır bir sonsuzluk duygusu veren kapısız sokaklarda bir başkaldırmayı sürdürür gibi yan yana olmaktan…”
Kullanılmayan odalar gibidir yaşam… (Annemin bizi hiç sokmadığı o misafir odası çocukluğumdan çıkıp gözlerimin önündedir ‘Konuk Odaları’ öyküsünde.) ”…Krem rengi keten örtüler serili koltukların gerçek yüzlerini eskitemeden, renk renk işli yastıkların, Çin iğnesi nakışlı örtülerin ipeğini solduracak güneşi o loş konuk odalarına sokmak için, ağır kadife perdeleri çekemeden, yükte naftalinlenmiş duran Acem halısı sabırlı ayaklarının altında örselenmeden ölüp gidecekler…” Ne kendi içindeki yıkıntıların ne yaşamın güzelliklerinin farkındadırlar. Hayata tam yerleşemeyen (yerleşmesine izin verilmeyen), hemen gitmeye hazır… İlk öyküdeki yatalak adamın karısının yatağın kenarına eğreti oturması gibi… Hiçbir şeyin tadını çıkaramadan, farkında olmadan yaşanıp gidilen bir yaşamdır bu. “…Kimselerin doğru dürüst gördüğü yok. Ne yıkıntıların farkındalar ne de kanat seslerinin.”
Tanrı’ya bile onları yalnızlığa mahkûm ettiği için kızgındırlar. Tıpkı ‘Işıklı Pencereler’ öyküsündeki Selime gibi… ”…Düşündü; Tanrı! O da Rahmi gibi Selime’nin hayatına hiç karışmadan, iki oğlan çocuğu, Büyük Mısırlı Hanı’nın yaşama sevincini solduran tozlu lambaları, pis kokuları; trikoları teslim alırken ya da parasını öderken, ıslak ve soğuk parmaklarını eline değdirmeye uğraşan, bunu yaparken de gök mavisi gözlerine tutkulu bir bakışı kondurduğunu sanan köse Yahudi’yle kendi haline bırakıyor, uzaklarda tek başına varlığını sürdürüyordu.”
Ne yaparlarsa yapsınlar bir çıkmazın içinde dönüp duran insanların çaresizlikleri etrafımızı sarar hikâyelerde. Umudun daha az serpildiğinden midir nedir bilmiyorum… Karamsarlıklarla örülü, çıkış yolunun kapalı olduğu bir yaşamın huzursuzluğunda yolculuk yaparız onunla. Hayatın bir gerçekliği de bu değil midir zaten?
“Bir kadın sardunya ile başlar. Begonya sonradan gelir. Ve bir takım çiçekler belki de yalnız adlarından ötürü büyütülür. ‘Olağan’ın, ‘tekdüze’nin aşılmasıdır çiçek adları. Yaşam aşılamıyorsa eğer adlar değişmeli… Odalar dar geliyorsa, on yıldır aynı duraktan otobüse biniliyorsa, kışlıklar her bahar aynı sandığa kaldırılıyorsa naftalinlenip… Adlar görkemle tınlamalı ve hiçbir şey söylememeli.”
Alkış alamayan bir sanatçının kırılganlığıyla sessiz sedasız iner sahneden Baran. Onu hiçbir zaman aydınlatmamış olan o ışıkların altından… Son noktayı kendi koymak mı istemiştir acaba? Belki de Haziran’daki kahramanı Nuri gibi düşünmüştür. ”…bir çaresizliktir gidiyor. Ya da ben bilmiyorum savaşmayı. Bilenler vardır belki. Ama bana ne onlardan? Birçokları gibi duvarların arasına sığınıp, orada güven içinde yaşamaya alıştım, öyle eğitildim. Esintili kırlar, ıssız dağ başları ürkütürdü beni. Dalgalı denizin ortasında kalsam, ne yapacağımı şaşırıverirdim.”
Haziran hakkında bir dergiye yazdığı yazısında Uyar; “…acaba hikâye, şiirin yerinde kullanılmış görüntülerle bir çırpıda çözümleyebildiği ‘güncel olayları aktarma’ sorununu aynı hızla çözümleyebilir mi? Sanatı biraz geriye atma pahasına da olsa yaşadıklarımızı sıcağı sıcağına anlatmamız gerekmez mi?“ diye sorar. Baran’ın tam da yaptığı budur aslında. Peki, öykücüğe yeni bakış açısı kazandıran Baran neden kabul görmemiştir? Akatlı’nın dediği gibi; onun hayat karşısındaki erken yenilgisinin nedeni içinde yaşadığımız dünya kadar nankör olan ve onu hemen unutuveren edebiyat dünyasıdır.
Edebiyatın nankörlüğü… Bunun için bir şey diyemem… Ama okur olarak ödememiz gereken bir vefa borcumuz yok mudur ona? (Onunla bu kadar geç tanıştığım için en azından benim…) Ne yapmalıyız o zaman?
Onu yeni okurlarla buluşturmak… Unutulmasına izin vermemek… İşte bunu yapabiliriz sanırım…
“Bakın hüzün hiçbir şeyi çözümlemez. Tıpkı karanfiller gibi. Öyle eskidi ki hüzün, artık kullanmayın. Hüznün yerine öfkeyi salık verebilirim. Ya da gülmeyi deneyin.”
Kaynaklar:
Selçuk Baran, Haziran, YKY Yayınları
Tomris Uyar, Kitapla Direniş, YKY Yayınları
Necip Tosun, Öykümüzün Kırk Kapısı, Dedalus Yayınları
Füsun Akatlı, Yazı Bahçesinden, Kırmızıkedi Yayınları
https://www.hurriyet.com.tr/gündem/yazar-baran-oldu-39111939