Bir sendrom düşünün; hayatta olduğunuzu kabullenmediğiniz, varlık ile yokluk arasında sıkışıp kaldığınız ve beyninizin sizi bir ceset gibi hissettirdiği bir sendrom…
Ne tuhaf değil mi? Varsınız ama tüm hücreleriniz bunu reddederek size yok olduğunuzu hissettirmek ister. Yaşıyorsun ama bir ölüsün. Aslında bu gibi durumları insanlar normal yaşamında çokça hisseder. Mesela değersiz hissettiğiniz bir anda insanlar tarafından yok olduğunuzu hissedersiniz, görülmez, hissedilmezsiniz. Fakat bu durumun bir adım ötesi ciddi bir hastalık olan cotard sendromuna -yaşayan bir ölü- yol açar.
Cotard sendromu en genel tanımıyla, kişinin kendisinin ya da vücut parçalarının öldüğünü ya da ölmekte olduğunu snadığı nöropsikiyatrik bir rahatsızlıktır. Bu sendrom adını, 1880 yılında Fransız nörolog Jules Cotard tarafından almıştır. Cotard yaşadığı süre boyunca bu gibi sanrıların anlaşılması üzerine özel katkılarda bulunmuştur. Cotard’ın ölümü ise kızının difteri hastalığına yakalanması sonucu, onun yanından ayrılmayı reddederek aynı hastalığa o da yakalanmış ve sonucunda hayatını kaybetmiştir.
Bir babanın yaşamı kendi adını verdiği sendromun tersine düşerek artık gerçekten bir ölü olarak kalmıştır.
Bu sendroma yakalanan kişiler, vücudunda kan olmadığını, bedeninden çürümüş et kokusu geldiğini iddia ederler. Hatta doktorlara, teninde gezinen kurtları görüp görmediğini söylerler.
Bir insan için kendi bedenini tanıyamamak, hücrelerini tarifi imkansız bir yokluğa hapsetmek ne aşılmaz bir durum değil mi?
Bu sendromun çıkış nedeni genelde, her şeyini kaybetmiş olmanın duygusunun hakim olmasıyla başlar. Bu duygu öyle bir baskınlık kurar ki kişi, üzerinde fiziksel kayıplar yaşadığını; önce vücudunun belirli bir bölümünü ardından tüm bedenini kaybettiğini düşünür. Bu durum da kişi üzerinde ölüm duygusunun oluşmasını sağlar.
Zaten ölü olduğuna inanan hasta, bu iddiasını kanıtlamak için intihar girişiminde bulunabilir. Zaman zaman da ölümsüz olduğu düşüncesine kapılabilir.
Bu vakanın örneğini en iyi veren kişi, birkaç yıl önce Amerika’da yaşayan 17 yaşındaki genç kız Haley Smith’ttir. Smith, bu hastalıkla mücadele eden çoğu kişinin umudu olmuştur.
Genç kız hastalığın ortaya çıkışını, “Sınıfta otururken kendimi ölmüş gibi hissettim. Revire gittim, hemşire her şeyin normal göründüğünü söyledi. Eve doğru giderken içimde birden mezarlığa gidip diğer ölülerle yakın olma isteği doğdu.” sözleriyle anlattı.
Smith, tüm bu semptomlarla iki yıl boyunca tek başına mücadele etmiş ve 19 yaşında tedaviye başvurarak kendini ölü gibi hissetmekten kurtulmuştur.
Hastalığın tedavisine gelecek olursak, kesin bir tedavisi olduğunu söyleyemeyiz. Genelde bu gibi vakalar ya geçmişin kötü binbir acısını taşır içinde ve beyin ardı ardına sıralanan olayların karmaşıklığında boğularak kişinin duyguları üzerinde hakimiyet kurar ya da geleceğinde hissettiği yalnızlık, değersizleştirme ve ölüm duygusunun düşüncelerinin sorularına bedeni bu şekilde yanıt vererek kişiye hükmedebilir.
Bu yüzden hastalar genelde yoğun ilaç tedavisi ve beyine elektrik şoku uygulanmasıyla tedavi edilmeye çalışılır. Ciddi önem arz eden ağır vakalar ise gözlem altında tutulur.
Yaşanan her bir vaka kişinin düşüncelerinin doğurduğu ve duygu durumlarının değişiminin altında yatan sebeplerden dolayı oluşur.
Çoğu vakanın sonucu ise tek bir duyguya bağlanır: Ölüm.
İnsanın kendini değersiz hissetmesi, yalnızlaşması, sevilmemesi ve en sonunda her şeyin çözümünün ölüm olacağını düşünerek zihninin oyunlarına maruz kalması ve düşünceleri ona sanrısını doğurması, aslında her şeyin geçmiş ve gelecek arasında bir bağlamın olduğunun göstergesidir.
Sendromlar düşüncelerinin en gerçek olaylarıdır ve sonuçları bir o kadar da korkutucu olabilir.
Tedavileri ise sadece kişinin önünde sonunda kendini bulması ve anlayabilmesi ile gerçekleşir.