Hepimizin amacı dünyada niye var olduğumuza dair geçici savlar üretmek değil midir? Ya da ölüme karşı avuntu üretmek… Tolstoy hayatın anlamı hayattır derken bunu kast etmez mi zaten? Yaşamı sürekli var olma sorunsalı üzerinden tartışırken kendimize bir sorumluluk yüklememizin nedeni de budur belki de. Hayatın karmaşıklığına karşı geliştirdiğimiz bir görev… Ne zaman biter bu görev ya da biter mi? “…Sadece itiraf edebilirim: Babam öldüğünden beri kendimde değilim. Yapmam gereken bir görevim vardı ve henüz tamamlamadım…”diyor Dag Solstad. Neden bu kadar çok eser yayınlamış bir yazarın hâlâ tamamlaması gereken bir görevidir edebiyat? Edebiyatı tamamlamak mümkün müdür? “Kimse ölümsüzlük taklidinden vazgeçemez. Ölüm mutlak son olarak kabul edildiğinden beri herkes yazıyor.” der Emil Cioran. George Orwell’a göre de her insanın bir iç dünyası vardır ve yine her insan başkalarını anlamanın veya başkalarınca anlaşılmanın neredeyse imkânsız olduğunu bilir. Adeta tüm edebiyat, dolaysız yollar yani kelimeler kifayetsiz kaldığı için, dolaylı yollarla bu yalnızlıktan kaçma çabasıdır.
Ekim ayında bir pazartesi sabahı… Başı zonklayarak eşiyle kahvaltı masasında oturmakta olan adam bu sonbahar gününün, hayatının dönüm noktasının olacağını henüz bilmiyor. Her günkü gibi özenerek tertemiz bir gömlek giymiş üzerine. (…bu çağda ve bu koşullar altında yaşamak zorunda kalmanın verdiği ve bir türlü kurtulamadığı rahatsızlığı bir nebze hafifletiyor bu gömlek.) Kahvaltısını hiç konuşmadan yapıyor, yıllar boyu hep yaptığı gibi… Solstad’ın Mahcubiyet ve Haysiyet adlı romanının kahramanı, Oslo’da bir lisede edebiyat öğretmeni olan Elias Rukla, bu adamın adı. Bugün son dersinde müfredatta yer alan İbsen’in Yaban Ördeği’ni inceleyecek. Ama kahvaltı yaparken bugün son dersini anlatacağının farkında değil. “…Çantalarından ‘Yaban Ördeği’nin okullar için yapılmış baskısını çıkarmalarını istedi. Kendisine nasıl da düşmanca bir tavır aldıklarını bir kez daha fark etti. Varsın öyle olsun, yapmak durumunda olduğu bir görevi vardı ve yapacaktı. Karşısındaki gövdelerden yoğun karşı çıkma, reddetme dalgalarının gönderilmekte olduğunu hissediyordu. Tek başlarına sevimli gençler olan öğrenciler şimdi böyle hep birlikte karşısındaki sıralara konumlanmış durumdayken, ona ve temsil ettiği her şeye bir düşmanlık sergiliyorlardı. Her ne kadar yapın dediğini yapsalar da…” Yazar aslında eğitim sisteminin yanlışlıklarını koyar önümüze. Öğrencilerin hiç dikkatini çekmeyen dayatma bir müfredatın işlendiği okulların sorununu…
Ders bitiminde bir türlü açılmayan şemsiye… İşte tam da bu anda başlar Elias Rukla’nın hayatının dönüm noktası… İçinde birikmiş olan tüm duyguların birden fışkırmasıdır yaşadığı. “…Artık yeter! Hızla çeşmeye gitti ve çılgın bir öfkeyle şemsiyeyi çeşmeye çarptı. Şemsiyeyi su çeşmesine vurup vurdu ve direğin içindeki metalin yumuşamaya başladığını ve çatladığını hissetti.” Yıllardır söylemek istediği sözcük bir ok gibi çıkmıştır ağzından artık: Yeter… Bütün bu öfke tutulmasına tanık olan öğrencilerden birine de küfürler söyler Elias. Elinde kırık bir şemsiyesi ve öfkesiyle okulu terk ederken artık burada çalışamayacağını biliyordur.
Hayatı belirleyen tercihlerimiz değil midir? Bir lisede edebiyat öğretmeni olmak onun tercihidir oysa. İçsel tatmin sağlayacağını düşündüğü için bu kararı vermiştir. Peki, neden rahatsızdır o zaman yirmi beş yıldır yaptığı bu meslekten? “…görünmez olmuştu âdeta. Bu da ona acı veriyordu. Lanet olsun, diye düşündü Elias, ben sağlıklı kararlar alabilen, eğitimli, toplumsal olaylara ilgi gösteren bir bireyim. Üstelik çok kitap okudum. Değişimin başını çeken kişiler bana artık niçin hiç ilgi duymuyor, niçin selam göndermiyorlar?” Kendini yenik hisseder kahramanımız. Savunduğu her şey toplumdaki günlük konuşmalardan silinmiştir çünkü. En son ne zaman biriyle sohbet ettin? İşte bu soru sürekli kafasında dolanıp durur.
“…Yüzeyin en yüzeysel olanı, geriye kalan her şeydir. Hala o zamanki pantolonun aynısını giyiyorum. Her zaman iki çiftim var, her zaman aynı marka: Levi’s. Diğer her şey gitti. En çok sevdiğim şey, gençliğin tüm yansıtıcılığı da gitti.” der Solstad bir konuşmasında. Kahramanının duyguları kendi yansımasıdır sanki.1941’de Alman işgali altındaki Sandefjord’da doğar Dag Solstad. Öğrencilik yıllarında İbsen’in Yaban Ördeği oyununu o da inceler hikayedeki öğrenciler gibi. Eğitim sisteminin sorunlarına bakış açısının anlatımındaki gerçeklik bir süre öğretmenlik yapmasından kaynaklanır.1987’den sonra komünizm hakkında yazmayı bırakıp 1990’larda, çağdaş Norveç toplumunda geleneksel yaşamın sınırlarının dışına sürüklendiğini gördüğü erkekler hakkında yazmaya başlar. Giderek daha çok tüketen dünyanın baskıları altında ezilen erkek kahramanlar hep merkezindedir. Dayanışmayı düşünmeyen kahramanları kendileriyle konuşurlar sadece. Zihinlerinde yaptıkları yolculuklarla, kararsızlıklarıyla, iç konuşmalarıyla Solstad’ın hikâyelerine girerler. Hepsi iletişim çağında iletişimden mustarip…
Elias’ın ait olduğu sosyal tabakanın bireyleri artık birbirleriyle sohbet etmezler. Kısa ve yüzeysel konuşurlar. Öğretmenler odasında bile yalnızdır. Evden getirdikleri sandviçleri atıştırırken, boş boş konuşurlar hepsi… Taşıt kredisi, faiz oranları… Borç kölelerinin toplantı salonudur sanki burası… Sohbete katılan herkesle ortak ve herkes için önemli konuları konuşabilen insanların olduğu bir toplanma odası… Artık gündemde popüler kültürün karakterleri dolanmaktadır. Aslında bugün yaşadığımız zamanının sorunu da bu değil midir? Konuşacak birine öyle çok ihtiyacı vardır ki Elias’ın. Okulda bir gün matematik öğretmeni ”bugün kendimi Hans Castrop gibi hissediyorum…”dediğinde elektrik çarpmışa döner. Thomas Mann’ın Büyülü Dağ romanının kahramanı, Fogerborg Lisesinde referans olarak gösterilmiştir. Günlerce o öğretmenin etrafından ayrılmaz Elias. Kendi çevresindeki insanlarla bile yabancılaşmasının nedeni kendisi midir? Yoksa etrafındakiler mi değişmiştir?
Elias, Kundera’nın ‘Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’ni okuduktan sonra hayal kırıklığına kapıldığını hatırlar. Onu hayal kırıklığına uğratan kitabın adıdır. Bu isim hatalıdır ona göre. İnsan hayatının yaşamsal bir şartı değildir bu. 20.yy ikinci yarısından sonra batı dünyasında yaşayan bir sosyal tabaka için geçerli toplumsal bir şarttır. Oslo’da bir lisede eli şakağında düşünen bilgiye susamış insanları ilgilendiren ve bireyin elinden bir şeyler söyleme becerisini alan bir şey. Karşısındakilerle konuşma becerisini…
Finlandiya’da katıldığı bir semineri düşünür Elias. Orada Pentti Saariskoski ile tanışmıştır. Bu yazar bütün kuzey ülkelerinde çağın en büyük yazarları arasındadır ne var ki Pentti kırklı yaşlarda dünyaya veda ettiğinde Norveç gazetelerinde tek bir yazı bile yayımlanmamıştır. Onun ölümünü aylar sonra kulak misafiri olduğu bir konuşma sırasında öğrenir. Oysa birkaç ay sonra bir televizyon şovmeni öldüğünde, Norveç gazetelerinde kocaman başlıklarla verilmemiş midir? ” Kusmak istiyorum” diye geçirir içinden.
Eskiden en yakın arkadaşının eşi olan sonra onunla evlenen Eva ile paylaştığı ev ortak eşyalarla dolu farklı iki hayatın mekânıdır. Ayrı dünyaları yaşayan ama birbirlerine dokunmayan kendilerine ait yörüngeleri olan bir hayattır onlarınki. Eva yattıktan sonra tek başına düşüncelere dalıp kitap okur. Marcel Proust, Kafka, Hermann, Mann, Musil… Thomas Mann’ı her geçen gün daha çok sever. Bir roman kahramanı eleme yarışmaları düzenler kendi kendine. Elias kendini bir roman kahramanı adayı olarak seçme sınavına katar. Proust tek gözünün kapağını kaldırıp bakarken, Celine kahkahalar atar ona. Yalnızca Mann ciddiye alır bu zavallı roman kahramanını. Mann ona karşı mesafeli ama dostça bakıp; ”…size boş vaatlerde bulunmuş olmayayım ama şunu kesinlikle belirtmeliyim ki siz ve hayat hikâyeniz yakın geleceğe dair çalışma planlarımda yer almayacaksınız, elbette bu zamanla değişebilir ve öykünüze geri dönebilirim. Ancak size söz veremiyorum bununla birlikte cesaretinizi kaybetmeyiniz ve benim romanlarımdan birine karakter olarak giremezseniz de hayatınıza eskisi gibi devam ediniz.” işte Elias geceler boyu, biraz mahcubiyet duyarak kendi hayatı ve bu hayatta çok değer verdiği edebiyat eserleri arasında bir bağlantı kurulması ihtimali üzerine hayallere dalar. Biraz da utanır. Çünkü tamamen hayal ürünü olsa da Mann; romanında yer alma olasılığı konusunda bir şeyler söylemiştir ona.
Yaşadığı topluma karşı sadakatini kanıtlamış olan Elias ( o öyle düşünür ) anlaşılmamanın ve yalnızlığın sancılarıyla doludur. Bugün bardağı taşıran bu son damla dönüşü olmayan bir çıkışa sürükler onu. Çıkıştan çok başlangıçtır bu. Geçineceği işini de kaybetmiştir. Ama olsun özgürdür Elias. Onu kabul etmeyen anlamayan topluma ihtiyacı yoktur. Kendine yabancılaşan yalnızlaşan insanların kervanına girer. Gerçi hep oradadır ama… Belki Solstad’ın görevinin bitmemesinin nedeni de budur. David Foster Wallace; ”…benliğimizde hapsolma korkusunun altında yatan ilişki ve yalnızlık korkularımızın, ölüm kaygımızla yapayalnız öleceğimizin ve geride kalan herkesin bizsiz mutlu mesut yaşamaya devam edeceğini bilmemizle ilişkili olduğunun farkına varmak güç değil. Güçlü bir kuramsal gerekçe gösterebilir miyim bilmiyorum ama bence bir yazarın işi çoğunlukla insanların içindeki bu hapsolmuşluk ve yalnızlık hissini şiddetlendirmek, onları bu hisle yüzleşmeye sevk etmektir. Zira insanoğlu için her türlü kurtuluş öncelikle, bizi dehşete sürükleyen, inkâr ettiğimiz ne varsa onunla yüzleşmeyi gerektirir.”
Elias’ın da yaptığı bu değil midir? (Belki de Solstad’ın da…) Yalnızlık ve hayatı boyunca inkâr ettikleriyle yüzleşmek…
Var olamamanın dayanılmaz ağırlığıyla…
Kaynaklar:
https://www.vg.no/rampelys/bok/i/K3eP0M/dag-solstad-78-aar-er-en-hoey-alder-aa-skrive-romaner-i
Dag Solstad, Mahcubiyet ve Haysiyet, Yapı Kredi Yayınları