“Toplumsal yanımı bireyselleştirdin!” sözleri küfür gibi çarptı yüzüne ne bir değer ne bir sevgi vardı artık aralarında sadece yitik iki ruhun son çırpınışları karşısında avare salınan cümleler ve cevap verilmesi zorlaşan sorular arasında geçiyordu saatleri. Birbirini takip eden günlerin ardında prangası geçmişe bağlı ama kilidi gelecekte olan iki beden nereye koşsa bir taraf öbür tarafın acısını hafifletemiyordu. Sorular ve cevapları bu kadar önemli kılan neydi mesela? Susmak yetmiyor muydu derin duyguları anlatmak için veya konuşunca daha mı değerli oluyordu hisedilen? Kim kendini daha iyi ifade edebilmiş yarışından kurtulup kim kimi daha iyi anlayabilmiş mertebesinde buluşunca iletişimin bir değeri olmuyor muydu?
Aklından geçen daha nice soruları sonbaharın yaprak kümeleri arasına fırlatıp son cümlenin beynindeki en küçük sinir hücrelerinde bile korkusuzca dolaşmasına izin verdi. Korktuğu tarafı korkusuzluğunda boğulmuştu, artık her şey soru işaretleri arasından tek bir soruyla boğuşuyordu:Toplumsal yanı ölen birisi bireysel yanında yaşamaya nasıl devam edebilirdi? Kısacası öldürmüştü artık birini. Suskun kalsa bu kadar acımazdı belki canı ama o tek sıkımlık kurşunu hiç araya vermeden en olması gerektiği anda tam da on ikiden vurmuştu zihnine. Bir ölü konuşur muydu? Konuşmuştu işte, yarasını açana ve onu her geçen gün bilinçli olarak tüketen hastalığına sebep olana tane tane ve felsefi derinlikte mahrum bırakmadan anlatmıştı başına gelenleri.
İki ölü vardı ruhunda. Biri öldürdüğüydü biri öldürdüğünü öğrendiğinde ölen kendi. Tüm tepkileri yaşama dönmekten çok yaşamın sirayet edemediği noktalara kaçışını aramak içindi. Sanık şartlı tahliyeye gerek kalmadan kaçmıştı. Çünkü en adaletsiz tarafında bile kaçışın planı güneşin sabah doğmasındaki netliği ile parlıyordu dikkatleri üzerine toplamadan, günlük devinimi içinde. Mecburdu buna, kendinden kaçamayacağı gerçeğinin verdiği ağır yenilgisiyle koşacaktı kendinen.
Sonuçtan çok sürece güveniyordu. Sürüklenen gövdesi yara alan zihnini temize çıkaracak argümanları bulabilirdi belki de. Zaten bir ” belki de” peşinde olmaktan haz alıyordu yüreği. Tek güvencesi oydu çünkü. Olasılıktan doğan yaşamı yine bir olasılıkla devam edecekti yoluna. Hangi yol hangi yolcuyu kabul eder bilmeden ama emin adımları izleri takip etmekten nefret ederek yeni yolun taşlarında düşe kalka “belki de” bireysel yanları tekrar toplumsallaştırabilirdi. Kim için ve nasıl bir süreçte olacaktı bu? Kurşun yiyen o muydu yoksa kendisi mi? Sonuç olarak açtığı bilinçsiz yaranın kanında boğuluyordu. Kurtarması mı gerekliydi yoksa kurtarılması mı?
Bu sevgi değildi kızgınlıkla doğan bir nefret hiç olamazdı. Peki neydi bu cümlenin ardında çırpınan duygu. Mesele toplumsalı sevmekse o topluma aşık bireysel olma çabası içinde biriydi. Şayet bireysel olma çabası içindeyken kendisini toplumdan soyutlamışsa söylediği cümle olumlanabilirdi. Bardağın dolu tarafı boş tarafına akıyordu onun için. Neyi düşünse iyiye yoramıyordu aslında. Çünkü bu cümleyi söylerkenki gözlerindeki kederi, acıdan çırpınan yüreğini görmüştü. Sert duruşu ardındaki ölen ruhunun titreyerek yalvaran sesini duymuştu. Her şeyden de önce tanıdığı birinin yabancılaşması karşısında afallamış düşünceri bu durumdan bir an önce uzaklaşmak isterken ayakları vicdanının boyundurluğu altında hastayı kurtarmak istercesine öne atılmıştı. Ancak hasta tedaviyi kabul etmek istemiyor gibiydi. O yaklaştıkça kopan bağların sesini duyar gibi hastanın adımları geriye gitmişti.
Birden tüm düşünceleri belirsiz bir engele çarparak durmuştu. En ufak bir hareketlilik yoktu. Denizin hırçın, sınır tanımaz dalgaları bile ulaşamıyordu kulaklarına ne kendisi ne de oturduğu bankın çevresinde akıp giden hayat ulaşabiliriyordu zihnine. Çünkü kayıp giden bir şey vardı içinde. Her şeyi onu takip etmek için durdurmuştu. Çocukların yeni bir şey keşfettiği zamanki merakıyla ama hiç de saf olmayan yanıyla izliyordu yeni keşfini. Oysa bu keşfi onun oyuncağı olmaktan çok kendisini oyuncağa çevirmek niyetindeydi.
Hasta olan kendisiydi! Toplumsal yana sahip olup onu kaybettiğini düşünen birisi onu tekrardan bulabilirdi ancak bu şansa hiç bir zaman erişememiş olan kendisi bireysel yanına tutuklu çoktan ölmüş ruhunun kokusuyla uyuşmuş düşüncelerini nasıl tekrardan yaşatabilirdi? Gözleri dolu dolu seyretti uçan martının onu kıskandırmak için yaptığı süzülüşü, o özgürdü; kuşların arasında toplumsal olandı demek ki. Kendisi ise toplumsal olduğunu sanan bireysel kafesinin kapısı açık tutsak bir hasta.
Ayağa kalkmaya çalıştı ama hastalığı fark edince çöken psikoloji, hastalığının derecesini arttırmaya yetmişti. Tek istediği şey hasta sandığı ruhun huzuruna çıkıp bu kutsal varlığın özgürlüğünü nasıl kazandığını öğrenmekti oysa biçare bir şekilde çökmek zorunda kaldı olduğu yere. Yürüyen bile kendisi değildi, toplumu öldürdüğünü sanan yanı o toplumun bir parçası olduğunu unutmuştu. Kendi kafasına sıktığı kurşun onu yavaş yavaş öldürmeyi seçmişti birisini sevdiğini sanmıştı önce, meğerse birisinin gölgesinde büyümeye muhtaçtı sadece ve o gölge çoktan terk etmişti dünyasını.
Toplumsal olmak istediği için değil de bireysel olmayı başaramadığı içindi belki de bu ölümün sebebi. Bireysel olmayı başarsaydı da ölmüş olmayacak mıydı zaten? İki ada arasındaki köprüde sallanırken dengesini kaybedip en yakın olana koşmak istiyordu ancak çoktan kaybettiği dengesi çürük ipli köprünün adaletine muhtaç bir sağa bir sola sallanıyordu.
Ayağa kalktı, umudunu yerden kaldırması hastalığının tedavisine başlaması gerekiyordu köprüyü yeniden inşaya başlamalıydı. Toplumsal yanını bireysellikten arındırmak ” belki de ” sandığında daha acı verici olacaktı ama artık ne ölecek ne de öldürecekti. Ait olduğu toplumun bireysel yanında tedavisi devam eden son hasta olmayı dileyerek uçan martının kanadından düşen tüyden öğrenmekle başladı yarasının kanayan yerini. O, bireysele aşık bir toplumda kendisi olduğunu sanan ve öldürdükçe ölen kişilerden yalnızca biriydi.