Ağlamak güzeldir de, sevdiğin birini kaybettiysen acıdır, çünkü içini acıtır. Ama yine de ruhunu dinlendirir, bir çeşit terapi yapar bedene ve ruha gözyaşları. Ne dayanılmazdır sevdiğinin ardından yaşadığın kaybetme duygusu. Biri öldüğünde, ardından ağlarız kaybımıza. Kendimizi bile kaybederiz bazen…
Ağlamak güzeldir de, bize yani geride kalıp yaşayan kişiye, onun da bir gün öleceğini hatırlatır ya… İşte ondan ağlarız aslında.
Giden gitmiştir ve asla, kat-a geri dönmeyecektir. Bir Son’a mı yoksa bir Başlangıç’a mı gitmiştir? İşte bu cevabı bilemediğimiz ve hiçbir zaman da öğrenemeyeceğimiz için ağlarız.Giderken bizden de bir parça götürmüştür sevdiğimiz.
Ne demiş Aristo; “Dostluk; ruhun iki bedende yaşamasıdır”… Yani bizim ruhumuzdan da alıp götürmüştür bir şeyleri.
Çünkü ölüm, sadece yaşamı sonlandırır, sevdiğimizle aramızdaki bağı değil. Velhasıl yalnızca beden gömülür, dostluk değil. İşte bu yüzden ağlarız.
Onunla paylaştığımız en ‘son şey’ olmuştur ölüm… İşte onun için ağlarız.
Hayatı, yaşam şeklimizi sorgulamamıza sebep olur giden ve bu dünyada kalıcı olmadığımızı görür ağlarız halimize.
Elbette öleceğimizi biliriz fakat bunu kendimize bile söyleyemeyiz. Bizi bırakıp gitmesine inanamayız ama aslında “Bir gün öleceğime inanmak istemiyorum” demek isteriz. Çünkü “ölümlü” olduğumuz gerçeğiyle yüzleşiriz. Ve bu yüzden ağlarız
.”Motrue vivos docent” der bir Latin Atasözü’nde. “Ölüler, yaşayanlara öğretir.” Öğrenir ve ağlarız…
Ölüm; insan bedeninin bir çeşit inzivaya çekildiği ve kendini meydana getiren elementlerine ayrışarak, yeniden doğaya karıştığı bir olaydır. Ve belki ruhun da yeni hayatına uğurlandığı?!…
Hayyam da şöyle der; “Bulut geldi; lalede bir renk bir renk… Şu seyrettiğin yeşillikler, yarın senin toprağında bitecek.”
Mevlana ise; “Ölümden sonra mezarımızı yerde aramayınız. Bizim mezarımız ariflerin gönlündedir.” demiş.
Evet… Ölü bedenimizi gömüyorlar fakat bedenin yok olması gönüllerde ölmemiz manasına da gelmiyor demek ki…? Hani şu sevdiklerimizi kaybettiğimizde, içimizde hala bizimle yaşadıklarını hissetmemiz gibi mi?
Çok zor çok. İnanmak – inanmamak, kabul etmek – edememek, öğrenmek – hala öğrenmemiş olmak…
Herhalde yapmamız gereken, ölümün varlığını kabullenmek ve kalan hayatımızı daha kaliteli ve anlamlı hale getirmeye çalışmak olsa gerek. En azından deneyebiliriz.
Budist Rahiplerin yaptığını denemeliyiz belki?… Her sabah uyandıklarında, sol omuzlarına dönerek orada var olduğuna inandıkları bir kuş’a;
“Söyle bana güzel kuş, O Gün, Bugün mü?” diye sorarlarmış.
Böylece her güne, ölüm’ü hatırlayarak başlayıp iyilik ve güzellik dolu bir gün yaşamaya çalışırlarmış.Sevgi Fakiri insanlar olarak, belki de daha çok sevmeliyiz herkesi ve her şeyi. İyilik gözüyle bakıp güzellikleri görmeliyiz, birer “ölümlü” olduğumuzu hatırlayarak…
Çünkü;
Ölüm, erken ya da geç gelmez.
Çünkü kendine ait bir vakti vardır. Geldiğinde tam da ‘zamanında’ gelmiştir. Ölüm, dakiktir. Zamanı ertelemez ve hiçbir zaman geç kalmaz. Ölüm’ün rengi, dili, dini, ırkı yoktur. Eşitlikten yanadır. Adildir. Herkese gelir. Ölüm’ün tarzı yoktur. Çünkü bir giysi, ayakkabı veya aksesuar değildir. Yakışması ya da yakışmaması söz konusu değildir. VeÖlüm, bir ‘son’ değil, başlangıçtır.Ölümün kaçınılmaz olduğu kesin. Bu zorlu gerçeğe fazla yoğunlaşıp, kalıcı bir kaygı durumunda kalıp hasta olmayalım diye, devreye beynimiz giriyor tüm muhteşemliğiyle. Bar Ilan Üniversitesi ve Lyon Nörobilim Araştırma Merkezi araştırmış ve onlarda bu sonuca varmış. Bir gün öleceğimizin farkına vardığımız andan itibaren beynimiz, bizi bu gerçekten korumak için çeşitli yöntemler oluşturmaya başlıyor. Kısacası beynimiz, ölümün bizim dışımızdaki insanlara olan bir şey olduğuna bizi inandırma konusunda oldukça başarılı bir iş çıkartıyor gibi görünüyor. ツ
Bir ömre bedel hayat yaşamamız dileğinde ve ömürlük Aşk’lar bulabilmemiz arzusundayım. Ve farkındayım…
‘Yalnızlığın Muhallebi Kıvamı’ndan bir alıntıyla sona varalım;
” “Allahım, bana değiştiremediklerimi kabul etme gücü ver!
Ölüm; yaşamın bir parçası, karşıtı değil. Bunu biliyorum.
Bazen, ‘olmaması gerekirdi’ diyorum, fütursuzca. Sanki ‘olması gerekirdi’ derkenki, olması için elinden geleni yapmış da, bundan ve hak ettiğinden emin olma hali gibi.
Sanki neyin olup, neyin olmaması gerektiğini bilir gibi.
Çoğu zaman da geriye dönüp baktığımda, şu an kendimi kaybettiğimi, kendimi kaybettirenleri fark ediyorum tebessümle hüzünlenerek.
Ölüm; bembeyaz, tertemiz… Doğaüstü bir olay gibi inanılmaz…
Var olmak ile yok olmak arasındaki dans…
Balıkçının hiçbir zaman tutamayacağı balığı beklemesi kadar sabırlı…
Gündüzün, geceye el sallayıp gitmesi kadar doğal…
“Başıma ne gelirse gelsin, yaşama ve sevme gücüm hep var olacak taa derinlerde” derdim her zaman.
Bunu hatırlatıyorum kendime düzenli olarak.
Çünkü ölümden daha üzücü, daha yıpratıcı ve acı veren bir şey olamaz. Ömür boyu taşıyacağın, her hatırada tekrar tekrar çekeceğin bir acı.
Her seferinde içini burkacak, belki birkaç damla gözyaşı döktürecek, belki de nasırlaşmış, yumruk gibi yüreğine oturacak bir his…
Sorunlarından dert yanan; sanki dünyanın bütün kötülükleri onu bulmuş gibi mızmızlanan; sivilce başı kadar problemini, didikleye didikleye çıbana dönüştüren; çözüm aramaktansa pısırık pısırık sızlanan; onu dinlediğin, çözüm sunduğun ve anlayıp uygulayacağını söylediği halde yerinde sayan insanlardan nefret ediyorum. Ölümden haberleri yok sanırım. Kendi kendini mutsuz eden insanlardan uzak durmak istiyorum. Benden ırak, Allah’a yakın!
Kesin olan şey, ölümün varlığı!
Veysel ne de güzel söylemiş:
‘Açar durur türlü çiçek / Kimler geldi kim göçecek / Murat yalan ölüm gerçek’…
O var oldukça, biz yok olacağız. Gerçi ölümsüz olmak da zor olsa gerek?! Doğrusu istemezdim;
“Merhaba ben Suna, üç yüz altmış yedi yaşındayım.”
“Aa… Vallahi göstermiyorsunuz. En az bir yüz yıl genç gibisiniz yani, inanın. Maşallah. Tu tu tu…”
üm olumsuzluklara ve olumsuz insanlara rağmen,
Ölüme rağmen,
Dirim…””
Hayatla kal güzel okur
İklim´in Dora´n