Değişmekten korkan ve yıllar sonra geriye dönüp baktığında kendisini pas tutmuş bir demir parçası olarak görmenin verdiği utancı yaşamayı hiç istemezdim. Bu utancı yaşamamak adına her daim değişimi ve gelişimi savundum çünkü bilirdim, değişmeyen sadece ölüler ve deliler olarak kalacaktı yeryüzünde. Ve benim ne ölü olmaya niyetim vardı ne de deli olmaya.
Benim en büyük niyetim yaşamaktı. Akıllıca yaşamak… Bunun için değişime ihtiyacım vardı. Aksi takdirde ölüme yahut deliliğe mahkum kalacaktın. Oysaki değişim, bir yaşam belirtisiydi. Pas tutmadan aklı korumanın bir yoluydu. Durdum. Beni bundan alıkoyan neydi? Düşündüm. Değişim korkusu, yalnızlık, dışlanmışlık… Sıralanabilirdi. Tüm bu sebepler yalnızca benimle sınırlı kalmayıp topluma ait olabilirdi. Yıllarca değişime ayak direyen bu toplum beni de kendine dahil edebilirdi. Çünkü onlar değişmemekle birlikte buna izin de vermiyorlardı. Çünkü onlar akıllarını kaybediyordu. Çünkü onlar bilmiyordu:Bir Atlı karınca misali aynı yerde duyduklarını ve o atlı karıncanın hiçbir zaman dönme dolap olmayacağını. Bir gün delirerek yok olacaklarını… Ama ben biliyordum. Onların bilmediklerini bilmeyerek devam etmeyecektim hayatıma. Onların bilmediğine dair, eskiye dair her ne varsa söküp atacaktım yolumdan. Çünkü biliyordum, yaşamda herhangi bir şey eskiyi söküp atmaya razı gelemiyorsa gelişimi hızla dururdu ve gelişimi duran o şey, yok olmaya mahkumdu.
Zira koca bir pınar yeni sularla beslenmeyi reddederse o pınarın suları artık pis ve zehirli olurdu. Bense zehirlenmeden akan bir pınar olacaktım, öyle de oldum. Eskiye dair her ne varsa söküp attım, putları yıktım, duvarları yok ettim, tabuları parçaladım, kirlenmiş zihinleri temizledim, yalnızca yaşamayı seçtim. Pas tutmadan gelişimimi durdurmadan. Hür ve akıllıca yaşamayı.