Şiddet ve Korkuyla Özdeşleşen Bir Edebiyat: Distopya
Tüm bu distopyaların bir diğer ortak özelliği, herkesin mutlu olmasıdır. “Mutluluk düşmanları”, Biz’de beyin ameliyatı; Cesur Yeni Dünya’da uyuşturucu maddeler ve hedonizm; 1984’te işkence ve beyin yıkama; Fahrenheit 451’de ise eğlence programları ve itfaiye teşkilatının alevlerine başvurularak etkisizleştirilirler. Eğer, bu “sapkınlar” sisteme yeniden dâhil edilmek istenirlerse yeniden mutlu olmaları için gerekli tekniklere başvurulur ya da cezalandırılır ve sistemden atılırlar. Sistemden atılmanın karşılığı bazı distopyalarda infaz edilmek anlamına gelmektedir. Distopya nedir de burada sorulması gereken bir sorudur.
Ütopya Vs. Distopya
“17. yüzyıl, matematiğin çağıydı; 18. yüzyıl doğa bilimlerinin; 19. yüzyıl ise biyolojinin çağıydı. Bizimkisi, yani 20. yüzyıl ise korkunun çağıdır’’ demiş Albert Camus. Ütopya daima, mevcut durumlar üzerinden hareketle geleceğin muhtemel toplumunu öngörür. 20. yüzyılın başından itibaren, ütopyaların ortak özelliği, Camus’un alıntılanan paragrafında görüldüğü üzere: “umutsuzluk”tur. Bu durum 20. yüzyılı neden “şiddet” ve “korku”yla özdeşleştirdiğini ziyadesiyle açıklamaktadır.
Bir anlamda, insan aklına duyulan inancın abartılmasına karşı, insanın kendi doğasında taşıdığı yıkıcılığa ve bunu misliyle arttıran teknolojik gelişmelerin hızının olası kötü sonuçlarına dair uyarılarda bulunan distopya örnekleri 20. yüzyılda yaşanması muhtemel felaketleri önceden haber verebilmişlerdir.
1960’lardan itibaren, bu dönemin, kendi özgürlüğüyle sonuçlanacağına inandırılmıştır. Kendisine en ideali olarak “Amerikan rüyası” sunulan birey, bu mutlu ve özgürleştirici ideal toplumdan atılmanın kendi sonu olacağına inandırılmıştır. Bu etki, yine ütopyanın konusunu oluşturmuştur. Ursula K. Le Guin’in “ikircikli bilim-kurgu ütopyası” Mülksüzler’de özgürlükle “kandırılan” insanların kapitalist ve totaliter bir rejimin hüküm sürdüğü Urras gezegeninden kurak ve verimsiz topraklara sahip Anarres’e kovulma ihtimali konu edilir. Lois Lowry’nin Seçilmiş Kişi adlı ütopyası da, herkesin mutlu olduğu, ancak, renkleri ve duyguları tanımadığı ideal bir toplumu tasvir etmektedir.
21. Yüzyıl’da Distopya
21. yüzyıla geldiğimizde ise distopyalar önceki eserlerden daha az korkutucu görünmemektedir. Distopik romanlarda, çoğunlukla sadece sosyal sınıflar, hükümet ve onun alt bölümleri ön plandadır. Karakterlerin hayatları üzerinde ciddi sosyal kısıtlamalar vardır. Birincil sosyal ilişkiler yok olmuştur; gerçek ve samimi arkadaşlık ilişkileri söz konusu değildir. Aile yapısı mahremiyetini yitirmiş ve kontrol altındadır. Özellikle totaliter yapıda kurulan sistemlerde ideoloji, aile bağlarının da üzerindedir.
Bireyselleşme vs. Distopya
Bireyselleşme en üst düzeydedir; aile fertlerinin birbirlerini ihbar edebilecek kadar devlete bağlı olabildiği durumlar söz konusudur. Küçük gruplar kaybolmuştur, sosyal rol ve statüler bireylerin kişisel tercihleriyle kazanılmamakta, gelişmiş bilgisayarların zihinsel yeterlilik analizlerine göre belirli bir merkezden belirlenmektedir.
Tek tip insan modelinin toplumsal yapının alt katmanlarında hâkim olmasına karşılık üst katmanlarda çeşitlilik ve özgürlüğün yaşanması distopik romanlardaki sosyal yapının değişmeyen nitelikleridir. Toplumun tek tip olması ve kütlesel kabuller içinde yaşaması dikte ettirilir.
Bireysel düşünce veya anlam için yer yoktur. Potansiyel sapkınlığın tüm formları sistemin bir makine gibi çalışmasını sağlamak için ortadan kaldırılmalıdır. Dikey ve yatay sosyal hareketlilik söz konusu değildir. Toplumsal katmanlar mesleklere, zihinsel kapasiteye veya ekonomik duruma göre kesin bir biçimde belirlenmiştir. Kast sistemine benzer bir yapı çokça kullanılmaktadır. Bunlara en çarpıcı örnekler; dünyanın en çok satan ve sinemaya da uyarlanarak en çok izlenen kitapları Uyumsuz ve Açlık Oyunları serileri olacaktır.
Distopya toplumu gönüllü kölelik ve konforlu yaşama hevesi arasında paradoksal bir durumu yaşamaktadır. Saramago’nun Körlük romanında kullandığı tüm topluma yayılan ve giderek bir kaosa sebep olan körleşme metaforu distopyalardaki olup bitenden habersiz olmanın alegorik bir anlatımıdır.
Modernite Vs. Distopya
Peki bütün bu serüven içinde distopya, moderniteyi eleştiriyor mu yoksa sahip mi çıkıyordu? Orwell ise Huxley’den daha kaba, acımasız ve şiddet dolu bir dünya portresi çizerken Hitler’i ve benzer totaliter hükümetleri mi eleştiriyor yoksa sadece yirminci yüzyıl dehşetini mi gözler önüne seriyordu?
Hafızaların silindiği, insana dair tüm duyguların elimine edildiği, bilimin dünyayı ele geçirdiği, insanların tüm insan özelliklerinden sıyrılıp robotlarla bile aşk yaşadığı, mutluluğun, ahlakın ve etiğin ne olduğunun sorgulandığı bu romanlarda artık 1800’lerde yazılmış Ütopik kavramlardan en ufak bir kırıntı bile görünmüyor.
Sadece dinin, toplumun ve yönetim biçimlerinin sorgulandığı ilk dönem romanlarından farklı olarak artık teknolojinin yok ettiği insanlık üzerinde duruluyor. Yazarların bizim için öngördüğü distopik gelecek gerçekten de bizi bekleyen gelecek mi bunu uzun bir süre daha düşünmeye devam edeceğiz gibi duruyor.