Kasım’ın yirmisi, dışarıda yağan yağmur pencerelerimi yalıyor. Henüz bir çalışma odam, bir çalışma masam olmadığı için sehpanın üzerinde yazıyorum. Ben sehpanın üzerinde değilim, yanlış anlaşılmasın. Defterim ve kalemim sehpanın üzerindeler. Hem akıtan tavandan düşen her bir damlanın yere koyduğum kovaya düşmesi de ayrı bir ambiyans katıyor. Anlatacağım hikâye biraz rahatsız edebilir, normal karşılarım. Rahatsız etmezse daha da normal karşılarım. İşte başlıyoruz.
Bir apartmanın yedi numaralı dairesinin salonunda tek başına oturuyordu. Saat gecenin bir yarısı ama saat tam olarak iki… Ne bir ses ne bir seda…Ürpertici bir sessizlikti. Ses sesi keser, bu aşikar lâkin sessizlikten de biçare haldeydi. Koltuğa oturmuş; kara kara düşünür vaziyette düşüncelere bir dalıp, iki kez boğulup, bir seferde çıkıyordu. Oysa ne de hoş bir gün geçirmişti. Uzun süredir görmediği insanlarla bir araya gelmişti. Hepsini de özlemişti. Beraber piknik yapmış, alışveriş merkezlerini dolaşmış, güzel bir gün geçirmişlerdi. Ne de hoştu! Peki ya şimdi? Şimdi neden böyle kara kara düşünsündü ki? Geçirdiği güzel günü düşünüp huzurla uyusaydı olmaz mıydı? Belki de bunu yapamayacak kadar nankör olduğunu düşüneceksiniz lâkin işler pek de öyle değil. Öyle ya, hiçbir şey görüldüğü gibi olmamakla beraber kesin olarak sanıldığı ve kesin olarak düşünüldüğü gibi de değildir. Kafamızdaki küçümseyici sıfatlar aslında o sıfatı layık gördüğümüz insanları değil de bizleri küçültür. Hoş, insanlar küçüldükçe küçülmeyi severler.
Gecenin saat ikisinde böyle oturmuş kara kara düşünen bu adamı görseler kafalarından neler geçer de belli etmezler. Ama adam yalnızdı. Ne onu görüp yargılayacak birisi ne de onu görüp üzme kendini diyecek birisi vardı. Sessiz sessiz, yapayalnız oturuyordu. Çırılçıplak kalmış açık seçik kelimeler gibiydi. Hangi cümleye iliştirseniz (ki bunu ne kadar ustalıkla yaparsanız yapın sonuç değişmeyecektir) eğreti duracak, sırıtacak kelimeler gibi kalmıştı. Bugün geçirdiği keyifli anlar aklının ucuna bile uğramıyorlardı. Güzel anılar pılısını pırtısını toplamış, kapıyı çarpıp gitmiştiler. Hayal yoktu, anı yoktu, mutluluk yoktu, sevinç yoktu, keyif hiç yoktu! Sadece ortada kalmışlık vardı. Dımdızlak ortada kalmak vardı.
Duvarlara baktı ve dalıp gitti. Duvarlar üzerine üzerine gelmeye başlayınca, bir de üzerine yıkılacaklarmışçasına tehditvari bir havaları olduğunu da sezince ceketini de alıp evden çıktı. Duvarlar ne de gariptiler. Hem yıkılası hem de yaslanılası bir duruşları vardı. Bazen uzun dalmışlıklara, hayallere, korkulara ev sahipliği yapabilirlerdi. Dile gelseler kim bilir neler derlerdi de hepimizin boynu bükülüverirdi. Tabii içimizde birazcık bile olsa utanma kaldıysa…
Çatıya çıkmak istiyordu. Ne zaman canı sıkkın olsa çatıya çıkar, yıldızları seyrederdi. Merdivenleri suçlu bir acele ile çıktı. Çatıya çıktığında yüzünde sert rüzgârı hissetmenin verdiği huzur ile masumca gülümsedi. Oysa hayatını değiştirecek olana adım adım yaklaşıyordu. Biraz ilerledi ve bir silüet gördü. Bir kadın silüetiydi gördüğü ve hıçkırıklar duyuyordu. Yavaşça yaklaştı. Yanına gelince durdu.
“Selam! Güzel bir akşam, değil mi?”
Kadın cevap vermeden ağlamaya devam ediyordu.
“Neyiniz var?”
Kadın daha çok ağlamaya başladı. Adam kadının yüzünü yüzüne çevirdi. Yüzündeki kırgınlıkları, akmış makyajı, saçlarının dağınıklığını hafızasına ince ince işledi.
“Benimle gel.” dedi.
Kadın ağlamayı kesti. Mercan mavisi gözleri karşısındaki adamın kahverengi gözlerine öyle bakıyordu ki içinden birçok anlam sökülüp alınabilirdi. Az buz değil, yaklaşık iki dakika baktı kaldı. Adamın koluna girdi. Beraber adamın evine gittiler. Adam ona tost yaptı, kahve yaptı, saçlarını tarayıp ördü. Kadın mutfağa girdiğinde tezgahın üzerindeki limonlu bayram şekerlerine dikkat kesildi. Cam kasenin içinden adeta göz kırpıyorlardı. Kadın gülümsemeye başladı. Ne karnının doyması, ne saçlarının taranması onu bu kadar sevindirmemişti. Sadece küçük birkaç şeker sevindirmişti, yüzünü güldürmeye yetmişti. Garip kadın işte, Aysel! Adam, Aysel’in yüzündeki gülümsemeye dikkat kesildi. Aysel adama yüzünü döndü. Adam, Aysel’in bakışlarına adeta hapsolmuştu. Öyle derin ve güzel anlamlar akıyordu ki bu kadının gözlerinden, anlatmaya kelimeler yetmezdi.
Kadın salona geçip oturadursun, adam da hâlâ o bakışların etkisinden çıkamamıştı. İşte bu kadın bir hayal kadını, adamın hayallerinin kadınıydı. Şimdiden hayalinden başköşe mekân tutmuştu. Hoş, her biri dağınık olmasına rağmen temiz hayallerdi. Bu adam da dağınıktı. Aynı karşısındaki kadının kalbi, kafasının içindeki hayalleri gibi dağınıktı. Doğrusu kimseye destek olup güç verecek halde değildi ama Aysel’i bırakmak da istemiyordu. Hem Aysel’e güç vermek hem de Aysel’den güç almak istiyordu. Kadının yanına gitti.
“Çatıda ne işin vardı?” Dedi, sonuçta çıktığı yer altı katlı bir binanın çatısıydı.
“İntihar.” Dedi, basit bir şey gibi.
Dümdüz bir biçimde intihar dedi örgüleri ile oynarken…
“Neden?” Dedi adam yutkunarak. Zordu yutkunmak…
“Nefretten. Kaldıramadığım bu nefret yükünden kurtulmak için. Stefan Zweig karısıyla beraber veronal içerek intihar etti. İsterdim uykuda böyle tatlı bir ölüm beni bulsun ama hak etmiyordum. Acıyla ölmek istedim, anlatabiliyor muyum yabancı? Bu nefret benim layığımın bu olduğunu gösterir işte. Kalbimdeki o soğumayan nefret…”
“Kime bu nefretin ya da neye?”
“Tek bir kişiye; eski sevgilim…”
“Aldattı mı?”
“Annemi öldürdü, kız kardeşimi öldürdü, halamı, babamı öldürdü. Bunu öğrendiğimde ayrılmak istediğimi söyledim. Yüzüne karşı söylemeye cesaretim yoktu, bana da zarar verebilirdi. Bir notla ayrıldım ondan. Sabah baş ucuna bir not bıraktım ve ayrıldım. Sonra ondan çok nefret ettim. Beni kandırdığı için, halamla kardeşimi öldürdüğü için… Annemle babamı öldürdüğü için kızamıyordum. Çünkü ikisi bana çok acı çektirdiler. Ruhları varlığına inanmadığım cehennemde yansın istedim hep ve hâlâ istiyorum. Ama halamla kardeşimin suçu yoktu yabancı, onlar suçsuzdu. Bunca yıldır ailemin katiline dokunmuşum, ailemin katilini öpmüşüm, ona sarılmışım… Çok acı, değil mi?”
Kadın ağlıyordu. Adam ise bakıyordu yüzüne aynı bir manzarayı izler gibi… Eli gözyaşını silmeye kalktıysa da son anda ne yapıyorum ben deyip elini indirdi. Aysel’den aldığı garip kokunun ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Fesleğen gibi kokuyordu. Yok yok, kesin papatya kokusu bu. Papatyalar gibi kokuyor bu papatya kadın. Papatya kadın, Aysel!
“Sen yapılabilecek en mantıklı şeyi yapmışsın. Ben olsam delirirdim. Öfkeden kafayı yerdim. Sen yine iyisin. Hem de çok iyisin. Sadece dağılmışsın. Beraber toplarız artık, olmaz mı? İsmin ne bu arada? Ben Demir.”
“İsmimi söylemek istemiyorum. Bir süre daha bilme.”
Bu sözü tam takıntılı birisine yakışacak, obsesif bir hastanın ağzından dökülecek kıvamda çıkmıştı dudaklarının arasından. Öyle kararlı, şüpheli ve asi… Aysel bir ay kadar Demir’e adını söylemedi.
“Bir şeyi merak ettim. Sen de mi intihar edecektin, orada ne işin vardı?”
“Hayır. Ben canım ne zaman sıkkın olsa oraya çıkar yıldızları izlerim.”
Aysel adamın elinden tuttu.
“O zaman beraber gidelim.” Deyiverdi çocuksu bir sevinçle. Az önce ağlayan kadın yıldızları izlemekten bahsedince ok gibi fırlamış, Demir’i evden çıkarmak için çekiştirmeye başlamıştı. Çocuksuydu, oldukça çocuksu… Oysa onun bu çocuksuluğu ardında el değmemiş bir saflık ve saf bir kalp barındırıyordu. Çocuksu Aysel, garip Aysel, saf Aysel, temiz Aysel, berrak… Su gibi… Bir bardak su vardır ya? Onun gibi. Hayır hayır, bir şelale… Aysel bir şelale gibi gürül gürül iyilik ve güzellik olarak akıyordu. O iyilik ve güzellik içeren bir suydu. O ab-ı hayattı. Beraber çatıya çıktıklarında adamın aklında yıldızlar değil de sadece Aysel vardı. Bu büyülü kadını hayatına davet etmek istiyordu. Boktan, sidik kokan hayatına…
Uzandılar öylece çatıda ve yıldızları izlediler. Huzurlu görünüyordu. Birden kalktı. Dizlerini kendisine çekerek oturdu. Kot şortunun bir ila iki parmak aşağısındaki diz kapakları öyle belirgin duruyordu ki ne kadar zayıf olduğunu belli ediyordu. Demir içten içe bu kız yemek yemiyor mu acaba diye düşünmüştü. Doğrulup Aysel ile aynı pozisyonda oturdu.
“İzleyebileceğimiz yıldızlarımız varken izleyelim. Bir gün her taraf gökdelen olursa ve bize bir gökyüzü bile kalmazsa, şehrin ışıklarından yıldızları göremez olursak o zaman ağlama zamanı gelmiştir. Şimdi yıldızlara bakıp gülümseyelim.”
Demişti gökyüzüne uzun uzun bakarken.
Güçlü ve güzel kadınlar edebiyat kokarlarmış, felsefe kokarlarmış, Aysel ile öğrendi
Gökdelenler… Umarım bu duyarsız, sevgisiz kodamanlar bir gün bizlere bir ağaç, biraz yıldız ışığı, biraz sevgi, biraz insanlık ve biraz güzel şeyler bırakırlar..