“Sarılık. Sonsuz, solgun, ölgün, hastalıklı… Fakat tüm bunlara tezat gün ışığıyla yaşamın ucunu yakalamayı başaran koca bir sarılıkla boyanmış her yanımız. Boyaları dökülüp sarımtırak tuğlaları görünen bu şuursuz şehir belki açlıktan, belki yokluktan ya da yorgunluktan ve belki de uykusuzluktan beti benzi sararan şu insanlar; günün sarı ışığını emip canına can katan bitki ve hayvanlar… Sayılamayacak kadar çok şey, sarılık kapmış bir köşesinden. Kimi capcanlı, kimiyse ölü bir balığın fersizleşmiş gözü sanki.
Zamanı tutan, dışı camdan saatin bile içindeki kumlar sapsarı. Fakat bunun aksine zaman nebilinmeyen, saatin okları kaçı gösteriyor sezilemeyen çöl dahi sapsarı…”
Selim, neredeyse iki saattir penceresinin önüne dikilmiş vaziyette, elleri yatarken giydiği eşofmanın ceplerinde yeni yeni uyanan şehri ve gözlerini alamadığı bu sarılığı seyretmekteydi dalgınca. Bir şekilde yaşadığının bilincine vardığı o günden beri her yere solgun bir yaşam ışığı yansıtan bu koca yıldızı izler ve düşünürdü. Bazen aynı şeyler üzerine defalarca kez kafa yorsa da bu durumdan ne bıkardı ne de usanırdı. Hatta bazen zevk aldığı da olurdu sırf bir şeyleri bu şekilde anlayabildiği için. Ama tüm bu düşünce deryasının içinde aşamadığı ve açıklığa kavuşturamadığı tek bir konu vardı ki, o konuya aklına yatan bir kapı aralayamadığından içi içini yiyordu senelerdir.
Bir müddet daha seyretmek istedi ayağının altındaki şehri, ta uzaklardaki birkaç yolu gözüne kestirdi. Yollardan geçen arabaları, olduğu mesafeden gözüne küçücük görünen insanları, evleri, dükkanları… Sonra döndü ve bir de mahallesine baktı. Sabahın bu erken saatinde kalkıp okula giden çocukları, işe giden tanıdık komşuları izledi olanca dikkatiyle. Her birinin yüzü ya sabahın ayazından ya da kahvaltı etmeden uykulu uykulu evden çıktıklarından sapsarı kesilmişti. Belki de gece uyumamıştı bazıları, o yüzdendi benizlerindeki sararmış yorgunluğun sebebi. Bilemedi. Sonra karşı apartmanın yarısı yanmış duvarına baktı. Yanan yerin siyahlığını yağan yağmurlar akıtmış, geriye hüzünlü bir sarılık bırakmıştı. Hayal meyal hatırlıyordu o acı feryatların koptuğu günü. Henüz o ilkokul çağında bir çocukken yanmıştı apartmanın ilk katı. Onun yaşlarında bir çocuk ölmüştü yangında, ailesi kahrolmuştu. Şimdi nasıllardı peki? Uzun zaman olmuştu bu semtten taşındıklarından beri. Çocuklarının öldüğü o karanlık günü içlerindeki matemden ötürü siyahlara bürünerek mi hatırlıyorlardı? Yoksa duvarın üzerindeki kara leke gibi zamanla silikleşip sararmış mıydı hatıraları? Belki de onlar da çoktan gitmişlerdi kara toprağa.
Koyu kahve gözleri bu defa pencerenin hafif solunda kalan komodine gitti ağırca. Eski bir
çerçevenin içinde anne ve babasının yan yana çekindiği siyah beyaz fotoğrafın dahi
sarardığını fark etti o an. Sonra fotoğraftaki yüzleri uzun uzun inceledi sanki daha evvel hiç
görmemiş gibi. Anne babasından sebep çıkamamıştı şu mahalleden bir türlü. Okuyamamıştı bile. Lise bitince babası alıp bir işe vermişti eve yardımı dokunsun, eli iş tutsun diyerek. Karşı da çıkamamıştı onlara olan sevgi ve saygısından. Oysa hep bir gazeteci olmak ister, gazetelerin o sararmış sayfalarında asla sararmayacak bir mürekkep olup kaybolmak
arzusuyla yanıp tutuşurdu. Ne olmuştu şimdi? O da ağır ağır sararıyordu tıpkı içindeki anıları
dahi yitiren bu şehir gibi. O da çoktan tutulmuştu bu sarılık hastalığına. Öyleki betine benzine
dahi sıçramıştı bu garip ve hastalıklı renk. Geri dönüşü de yoktu üstelik.
Bu kez pencerenin demirlerine asılı saksılara baktı. Annesi ekmişti bu türünü bilmediği, sarı
çiçekleri. Onlar yaşıyor gibiydi. Gibi değil öyleydi. Fazlaca güzellerdi. Şehirdeki ölgün
sarının aksine bir altın külçesi gibi pırıl pırıl görünüyor, göz alıyorlardı. Kıskandı onları
Selim, sonra kaldırım kenarına döndü. Taksici Kerim’in her gün büyük bir zevkle camlarını
sildiği ve hatta ara sıra bir insanmış gibi muhabbet ettiği sarı taksisine baktı imrenerek. Kerim her gün mutlu binerdi taksisine, yüzünü hiç sarı görmemişti onun.
Anlaşılan bu şehirde sararıp solmamak için ya sarı ve güzel bir pencere önü çiçeği ya da Taksici Kerim olmak gerekti.
Peki kendi, kendi ne yapacaktı? Kurtulabilecek miydi bu sarılık illetinden günün birinde,
yoksa çoktan kendinin sahip olmadığı, tamamen ailesinin seçtiği yolda şekillenen kaderinin
kurbanı mı olmuştu? İşte bu soruya bir türlü oluru olan bir yanıt bulamıyor, ne yapıp ne
düşüneceğini kestiremiyordu. Tam cevap aramaya girişeceği vakit annesi Zübeyde Hanım
seslendi arkasından:
“Oğlum, gel hadi. Kahvaltı hazır.”
Cevap aramayı sonraya erteleyip yaşlı annesini bekletmemek adına masaya oturdu ve taze
ekmeğin ucundan kopartıp sahandaki yumurtanın sarısına bandı.
Yapacak pek bir şey yoktu ne onun için ne de bu dünyada belli bir yol almış kimseler için.
Neticede iyi veya kötü, yaşamın bir ucunu yakalamayı başaran koca bir sarılıkla boyanmıştı
her yanımız. Bir şey gelmiyordu ve de gelmeyecekti elden