Edebi dünya çoğu zaman acının başkenti olur ve ortaya çıkarılan eserler bazen acıların getirdikleriyle yazıya dökülür. Mürekkebin kağıtta bıraktığı iz acının asıl izine tanıklık eder ve kelimeler birbirini acı ve mutsuzluk üzerine toplar.
Edebi dünya her zaman mutluluğu yansıtabilir miydi ki? Geçmişe dokunuşlarıyla tanınan yazarlar, şairler dünyasına mutluluk her zaman hakim midir sizce?
Bu yazımda ünlü edebiyatçıların içimizde kendine yer edinen eserlerinin yanı sıra o eserlerin nasıl bir yaşamın izi olduğunu, o yaşamın nasıl sonsuzlukla dolduğunu anlatacağım.
“Bir yaşam silsilesi içinde sonsuz acı; bir haykırışın bitmez sesine gömülen umutsuz hayatı…”
1.DEPRESİF PRENSES: SYLVIA PLATH
Sylvia Plath hem günümüzün hem de kendi döneminin tanınan şairlerinden ve kısacık yaşamına onlarca paha biçilmez eserler sığdıran yazarlardan biridir. Sylvia Plath eserleriyle dikkat çektiği kadar intiharıyla da bir zamanlar oldukça konuşulan bir kadın olmuştur. Sylvia Plath’in depresif ruh hali aslında çocukluğuna dayanmaktadır ve ilk şiirini yaşamı boyunca nefret ettiği, sekiz yaşında kaybettiği babasına yazar. Çocukluğunun ona bıraktığı izleri geleceğinde yoğun bir şekilde hisseden Plath, yaşamı boyunca ileri derecedeki manik depresif bozukluğu ile boğuşur. Sylvia eserlerinde çocukluğunda gömüldüğü hayal kırıklıklarına, karamsarlığına ve psikiyatrik tedavilerine yer vermesinin yanı sıra eşiyle yaşadığı sorunlu ilişkisinden de sıkça bahseder. Büyük bir aşkla evlendiği eşi Ted Hughes Sylvia’nın intiharının büyük bir nedenini kapsar.
İlişkileri ilk başlarda sorunsuz bir şekilde ilerlerken Sylvia’nın kıskançlık krizleri bu durumu büyük bir çıkmaza sokar. Bu sorunlar Ted’in hayatının büyük bir problemini yansıttığı için Ted, Sylvia’yı oldukça ihmal eder ve aldatır. Bardağı taşıran son damla ise Ted’in ilişkisinin olduğu kadının -Assia Wevill- Plath ve Hughes çiftine komşu olmasıdır. Bu yakınlık Hughes ve Wevill arasında yoğun bir çekime neden olur ve Sylvia hayatının aşkı olduğunu zannettiği eşinin aslında onun ölüm nedeni olacağını bilemez.
Sylvia Plath 11 Şubat 1963 tarihinde belki de sürekli denediği fakat başarılı olamadığı intihar denemelerinden birini gerçekleştirerek hayatına acı bir şekilde son verir. Sylvia yaşamına son vermeden önce çocuklarının kurabiye ve sütlerini hazırlayıp odalarına koyar. Daha sonrasında odalarını kapatarak dikkatlice kapının aralıklarını bantlar. Aşağı iner ve fırının gazını açarak kafasını fırından içeri sokar ve intiharını acı bir şekilde gerçekleştirmiş olur.
Geçmişte çocukluk nefretinin, karamsarlığının gelecekte aşkın acımasızlığı ile bütünleşen yazarın yaşamını merak ediyorsanız eğer ölümünden sonra eşi Ted Hughes tarafından yayımlanan “Günlükler” adlı kitabı okumanızı tavsiye ederim. Kitabın büyük bir kısmı sansürlenmiş fakat son on iki yılın yaşanmışlıklarına ve depresif, karanlık ruha rastalayabilirsiniz.
“Sadece içimde susmak istemeyen bir ses olduğu için yazıyorum.”
2.BUNALIMIN BİR KURBANI: VIRGINIA WOOLF
İngiliz feminist yazar, romancı, eleştirmen ve alanında oldukça başarılı, yazılarını ruhumuzun derinliklerine işleyen kadını birçoğumuz tanıyoruz aslında. Çalkantılı ve sürekli değişen bir ailenin çocuğu olan Virginia erken yaşta annesini kaybetmiş ve kadınların ikinci planda kalması nedeniyle okula gönderilememiştir. Fakat babasının yardımları Virginia’yı bu durumdan kurtarır ve kendini oldukça güçlü bir şekilde geliştirir. Virginia yaşamı boyunca eserlerinde feminizm, eşcinsellik ve özgürlük gibi konuları eserlerine güçlü bir şekilde aktarabilmiştir.
1912 yılında evlendiği eşi Leonard Woolf, Virginia için bir basımevi kurmuş ve yazdıklarını orada yayımlatması için ona bir fırsat olmuştur. Aşkın bir yanda ölüme götürmesi bir yandan da hayale bağlanması ne büyük bir tanım değil mi?
Kendini sürekli yenileyen, bakış açısını sürekli geniş tutan yazarımız Virginia, “Perde Arası” romanını yazdığı sırada yeteneğini kaybettiğini düşünür. Her gününü savaş korkusu ve yazamamanın verdiği stres, dehşet ve korku sonucu derin bir ruhsal bunalıma girmiştir. 28 Mart 1941’de içinde bulunduğu duruma karşı gelemez ve evinin yakınlarında bulunan Ouse nehrine gider ve ceplerine taşlar doldurarak atlayıp intihar eder.
Virginia intiharından sonra geriye sadece iki mektup bırakmıştır. Kız kardeşi ve çok sevdiği eşi için…
Leonard Woolf’a, 18 Mart 1941
“Sevgilim, yine çıldırmak üzere olduğumu hissediyorum. Yaşadığım o korkunç anlara geri dönemem artık. Ve ben bu kez iyileşemeyeceğim. Sesler duymaya başladım. Odaklanamıyorum. Bu yüzden yapılacak en iyi şey olarak gördüğüm şeyi yapıyorum. Sen bana olabilecek en büyük mutluluğu verdin. Benim için her şey oldun. Bu korkunç hastalık beni bulmadan önce birlikte bizim kadar mutlu olabilecek iki insan daha düşünemezdim. Artık savaşacak gücüm kalmadı. Hayatını mahvettiğimin farkındayım ve ben olmazsam, rahatça çalışabileceğini de biliyorum. Bunu sen de göreceksin. Görüyorsun ya, bunu düzgün yazmayı bile beceremiyorum. Söylemek istediğim şey şu ki, yaşadığım tüm mutluluğu sana borçluyum. Bana karşı daima sabırlı ve çok iyiydin. Demek istediğim, bunları herkes biliyor. Eğer biri beni kurtarabilseydi, o kişi sen olurdun. Artık benim için her şey bitti. Sadece sana bir iyilik yapabilirim. Hayatını daha fazla mahvedemem. Bizim kadar mutlu olabilecek iki insan daha düşünemiyorum.”
3.MELANKOLİK BİR ŞAİR: ÜMİT YAŞAR OĞUZCAN
Melankolik dizeleriyle tanınan, dizelerde duyguların binbir geçişini en derininizde hissedebileceğiniz Türk şair Ümit Yaşar, adından sıkça söz ettiren çığır açan bir şairimizdir. Ümit Yaşar düzenli ve oldukça klasik bir yaşama sahip fakat ölüme her zaman daha yakın bir kişilik olarak tanınır. Bu durum onun şiirleriyle tanınmasının yanı sıra intihar girişimleri ile de tanınan biri haline gelmiştir.
“Yaşamdan çok ölümü seviyorum…”
Çocukluğu sakarlıklar ve geçirdiği kazalarla geçmiştir. Küçükken hayat dolu ve oldukça sıcak kanlı olarak bilinir fakat yaşamının ilerleyen günlerde hayatı boşluk olarak görmeye başlar. Şiirlere başladıktan sonra da bu durum artık onun için vazgeçilmez olmuştur. Yaşam onun için bir çile ve sadece nefes almak haline gelmiştir. Ümit yaşar, yaşamı boyunca sürekli intihara kalkışır fakat başarılı olamaz. Birkaç söylentiye göre Ümit Yaşar’ın 24 kez intihar girişiminde bulunduğu söylenir.
Ümit Yaşar’ın oğlu Vedat babasının bu halini görerek büyümüştür. 18 yaşına geldiğinde ise babasına ders verircesine sonsuz bir yolculuğa çıkar. Kendini Galata Kulesi’nden aşağıya bırakarak kendi yaşamına ve babasının çabalayıp da ulaşamadığı o yolculukta sonsuzluğa uğurlanır. Söylentilere göre ise öldüğünde elinde bir not vardır: “Baba, öyle intihar edilmez, böyle intihar edilir!”
“Galata Kulesi’nde bekliyordu ecel
Bir fincan kahve, bir kadeh konyak
Ölüm yolcusunun son arzusu buydu
Bir adam düştü Galata Kulesi’nden
Bu adam benim oğlumdu…”
Bazen intiharlar kişinin kendi yolculuğunun sonucu olmaz ve buradan geriye kalan yaşanmışlıklarla dolu yaşamın ani bir bitişi olarak kalır.
Edebiyat dünyasına attığımız bir adımda bazen mutluluklar hüznün esiri olur. Bazen okuduğumuz bir yazıya, kaybolduğumuz dizelere değen kalemin hangi duygunun esiri ile yazıldığını bilemeyiz ve yaşanmışlıklar o eserin tek şahidi olur. Düşünceler ise sadece o eserin sahibinde gizlidir. Sahip ise koca bir kayboluşun içerisindedir.
Zihin öyle bastırır ki kendini bazen, içinde bulunduğun durumu anlayamaz ve kendini ölümün kucağında bulursun. Yaşam aslında zihninin içindedir. Devam ettirmek ve sonunu getirmek ise kaleminin ucuna tutunan mürekkebin kağıda akması kadar kısa bir yakınlıktadır.