Soluk almaya vakit bulamıyoruz…
Sürekli gündem değişiyor, çok canlı bir gelişme dinamiğine sahibiz.
Şu son 18 yıllık dönemde…
Mütemadiyen yaşadığımız husus, gazetecilerin ya gözaltına alınmaları ya da çeşitli vesilelerle yaftalanmaları olmuştur. Gazeteci de gazetecilik müessesesi de, bu dönemde çok fazla yıprandı; itibar kaybı yaşadı.
En son yine gazetecilerin tutuklanmaları veya gözaltına alınmalarıyla beraber, gazeteciliği ve gazetecileri gündeme taşıdık. Bu son yaşanan gelişmeler ekseninde kati bir şeyler söyleyebilmek olanaklı değil. Çünkü, artık Yeni Türkiye’de her şey, “kapalı devre” icra ediliyor.
Bunca yargı reformları yazıldı, hayata geçirildi, müjdelendi ama, hâlâ istenilen düzlemde yargılama düzenine geçilemedi. Bugün gazetelerde yazıyordu, yargı sisteminin bakmak durumunda olduğu dava dosyaları arşa yükselmiş vaziyette.
Hâl böyleyken…
İnsanlarda şüpheye neden olacak yargı faaliyetleri içinde olmak; sadece yargı mercilerinin önüne çıkarılan vatandaşlarımızda değil, yargı hususunda gittikçe endişelen kitlelerde de rahatsızlığa neden olacaktır.
Şöyle baktığımızda…
Ülkemiz, gerçekten de rövanş alınıyor intibaına sebep olacak hareketlerden de girişimlerden de çok çekti. Enerjisini boş yere heba etti. Çeşitli dönemlerde, iktidarın el değiştirmesiyle beraber siyasal ve ekonomik gücün sıklet değiştirmesi sonucunda, bu ülkenin asil yurttaşları olan insanlarımız, birbirleriyle sohbet edemeyecek kadar yabancılaştırıldılar.
28 ŞUBAT DÖNEMİ, ne çabuk unutuldu!
O vakitler gücü ve kudreti elinde tekelleştiren mahfiller, toplumumuza huzur göstermemiştiler. Her gün bir karışıklıkla günlerimizi heder ediyorduk. Ne oldu? Başörtülü kadınlarımızla uğraşarak, onları kamualanı addettiğimiz yerlere sokmayınca laiklik mi kurtarıldı?
* * * * *
Sürekli aynı dere içinde debelenip duruyoruz. Birlik ve beraberlik içinde geleceğe doğru emin adımlarla yürüyemiyoruz. Tabii ki zor ve netameli dönem ve günlerde şaha kalkarak, nasıl bir “millet” olduğumuzu gösterebiliyoruz. Bunda bir sorun yok. Kurtuluş Savaşı’nda gösterdiğimiz o büyük mücadele ve azim, yine zorluklara göğüs germemiz, işte bu bizim millet olarak nasıl zor dönemlerde yekvücut olduğumuzun nişanesidir.
Tamam da…
Bu olağanüstü dönemlerde sergilediğimiz fedakârlıkları, neden olağan dönemlerde de gösteremiyoruz? Dediğim gibi, dönem değiştikçe ve siyasal güç eksen değiştirdikçe toplumumuzun aldığı pozisyon da değişmekte. Tamam kabul ediyorum, insanların yeknesak bir form göstermesi ya da aynı şeyi düşünmesi, varoluşsal olarak da belki olası değil.
En azından…
Kakofoniye neden olmadan düzeyli tartışarak, üslûbumuzu ölçüp biçerek seçsek, zaten o vakit tekdüzelilik ortadan kalkacaktır.
Şöyle sakince bir düşünelim:
Coğrafyanın kaderi olarak ORTADOĞU bölgesinde konumlanmış olmakla beraber, bu coğrafyanın kadim kültürel değerleriyle yoğrulmuş köklü bir devlet ve millet olagelmiş bir geçmişimiz var.
Yine öte yandan…
Laik bir ülkeyiz. Demokrasiyle idare ediliyoruz. Bunlar ne kadar süslü kavramlar olsa da, bizlerin neden ŞARK kurnazlıklarının türlülerinin tezgâhlandığı bu dönemlerde hâlen ayakta kaldığımızın işaretidir.
Uzatıyorum. Bazen güzelim Türkçemizin ifade yetkinliğini kullanamıyorum. Dediğim gibi, geçmişte yaşananlar üzerinden artık siyasa üretmeyelim. İşte, Suriye’nin durumu ortada. Irak’ı artık belirtmiyorum bile. İran’ı hedef alan tertipler de ortada.
Ezcümle;
AKIL TUTULMALARINA fırsat vermeden, emperyalist devletlerin yaptığı gibi, kendileri gibi olmayanları, yani “diğerlerini” düşmanlaştırdıkları gibi, biz de siyasal hedefler veçhesinde bir elmanın yarısı misali bu milletin evladlarını “düşmanlaştırmayalım”.