Hoşnutsuz bir ifadeyle sürekli şikâyet halinde geçirirdi zamanını. Mutsuzluğu onun derin çizgilerinin içine işlemiş yüzüne yapışmıştı adeta. Her şey yolunda gittiği – ki bu çok nadir olurdu- o zamanlarda bile söylenecek bir şeyler bulurdu. Zor geçen evliliğinin meyveleri olan bizleri tüm yaşadıklarının sorumlusu olarak görmekten asla vazgeçmezdi. Onun sevgisini göstermesinin yolu yaptığı fedakârlıkları sıralamaktı… Tabi tüm bunların bedeli vardı her birimiz için… Ruhumuzun derinliklerinde açılan hasarlardan habersiz tüm hasarların kendisinde olduğuna inandırmıştı. Yaşanılanlar… Tüm o katlanmalar… Hepsi bizim içindi. Her dile gelişte… Biraz daha mahcubiyet biraz daha sorumluluk omuzlarımızın üzerine öyle bir yüklenirdi ki… İçimizdeki onarılamayan hasarlar kabuk bağlayamazdı bir türlü…
Geleneksel annelik mitolojisinin neferiydi annem… Merkez hep ondaydı. O merkezi kaybetmek istemediğinden olsa gerek saatin tik takları gibi düzenli bir makinenin çalışmasına benzerdi. Her işleyişinde biraz daha suçluluk ve bağımlılık omuzlarımıza yüklenirken bizim için yarattığı hapishanenin duvarları yükseldikçe yükselir gökyüzün maviliği görünmez olurdu. Bu duvarlardan atlamak için kurduğumuz hayaller… Onların da başköşesine kurulmanın bir yolunu bulurdu bir şekilde… İçimizdeki o sorumluluk hissinin yoğunluğu başka şekilde olmasına da izin vermezdi gerçi.
Düşlerimizi süsleyen özgürlük o duvarların arkasında mıydı? Hayalimiz mutlu olmaktı. Gerçi nasıl olunurdu mutlu… Onu da bilmezdik. Kendi cennetlerini kuramayan ebeveynlerimizin cehenneminden firar edip kendi cennetimizi yaratmaktı istediğimiz sadece… Fakat… Yeni bir hayat inşa etmek için firar ettiğimizde arkamızda bıraktığımızı düşündüğümüz tüm o enkazlar… Tıpkı gölgelerimiz gibi gittiğimiz her yerdeydiler.
Yaşadığımız her şey zihnimizin içinde istifleniyor sürekli olarak. Ve bizler de yaşam boyunca bu zihnin ağırlığı içinde yaşıyoruz. Geçmiş inanmak istemediğimiz o kadar çok anılarla dolu ki… Zihnimizi düzene sokmak… Hiç de kolay değil. Tüm o unutmak istediklerimiz neden bu karışık zihnin içinde yok olup gitmiyor? Belleğin gücü mü bu? Bizler unutmak istedikçe… Yüzeye sızmaları için bir söz, bir hikâye, geçmişten gelen bir fotoğraf yetiyor.
Elimde Raymond Carver’ın Fil adlı kitabı… Hayatını bir türlü yola koyamamış sürekli taşınan bir anne ve oğul arasındaki ilişkisini anlatıyor Kutular adlı hikâyesinde Carver. Kültürler farklı olsa da anne baba çocuk ilişkisinin hasarları konusundaki benzerliğin evrensel bir yasa olduğunu gösteriyor sanki. “…keşke ölsem de herkesin yolundan çekilsem ”diyor hikâyedeki oğulun annesi. Tıpkı benim annem gibi… “Yine taşınıyor. ‘Seni özleyeceğim ‘diyorum. Gerçekten özleyeceğim onu. Her şeye rağmen o benim annem, neden özlemeyeyim ki? Ama Tanrı beni bağışlasın, sonunda vaktin geldiğine ve onun buradan ayrıldığına da seviniyorum.”
Anılarımız acının hasarları ile sarmalanmışsa işte o zaman yaşam boyu peşimizi bırakmıyor. Onları baskılamak… Onların daha da güçlenmesini sağlıyor ve alttan alta acı vermeyi sürdürüp hayattaki kararlarımızın, yüklendiğimiz rollerin içine sızmanın bir yolunu buluyorlar. Kelebek olup uçmak… Tüm o yüklerden kurtulmak… Hiç de kolay değil bu yüzden.
“Giderken sadece bir hoşça kal diyor adam. Başka şeyler söylemek istemesine rağmen sadece hoşça kal. Bir kaç gün sonra anne yeni yerleştiği yerden telefon açtığında sadece şikâyetlerle dolu bir konuşmayı dinliyor genç adam. ”hala orada mısın diyor anne ona. ”Keşke bir şey söylesen…” İşte bellek deposundan çıkarmaya hazır anıları… ”…neden bilmiyorum ama babamın bazen annemle güzel güzel konuşurken-yani sarhoş olmadığı zamanlarda- kullandığı sevecen ismi hatırlıyorum o sırada. Uzun zaman önceydi, ben daha çocuktum ama onu her duyduğumda kendimi daha iyi hissederdim, gelecekten daha az korkar, daha çok umutlanırdım. Canım derdi, ’dükkâna gidiyorsan bana sigara getirir misin?‘ Ya da ‘canım, soğuk algınlığın geçti mi? ‘’Canım kahve fincanın nerede?’ Ne söylemek istediğimi düşünmeye fırsat kalmadan dökülüyor dudaklarımdan bu kelime. ’Canım’ diyorum. Canım korkmamaya çalış‘ Anneme onu sevdiğimi ve ona mektup yazacağımı söylüyorum, evet. Sonra hoşça kal deyip telefonu kapatıyorum.”
Tam da benim yapmak istediğim gibi… Hatıralarımın güzel anlarını… Sadece onları… Belleğimin derinliklerinden gün yüzüne çıkarmak… Hep orada kalmasını sağlamak istiyorum. Sevildiğimi güvende olduğumu hissetmediğim bir türlü büyüyemediğim o çocukluktan çıkmak… Kopmaz sandığım suçluluk güvensizlik ve mahcubiyetle örülmüş olan o bağı… Hayatım boyunca peşimden gelen bu karabasanın bitmesini istiyorum. Sonra… Canım demek istiyorum tıpkı o oğul gibi…
Sadece… Canım…