Rüzgâr, Kahvehane ve Gülümseme

Bugünlerde hava ihtilasının pek muhtelif olması, benim de davranışlarıma yüksek hudutla sirayet ediyor. ‘Belirsiz havalar, belirsiz insanlara gebedir.’ sözünü daha bir anlamsal kavrıyorum bugün. Rüzgârın kendisi bile yönünü bu denli saptayamazken- bir de onca melek gözetiminin altında- ben yönümü ne denli değiştirebilirim, bilmiyorum.

Birkaç haftadır işsiz olmam ve eşimin günaşırı çalışması; moral bozukluğumun ve çeşitli psikolojik hastalıkların başlaması, beni mental olarak yormasının akabinde bir de özgür düşünmeme engel oluyor. Kendime fazla vakit ayıramıyor, sadece zamanın geçmesini, zamanın ise geçerken bana merhem olacağı gibi basit aldanmış hayallere kapılıyorum. Oysa vakit geçerken tek kazanımladığım: daha kötü bir evlilik ve daha kötü bir kariyer demek oluyor.

Bütün bu anlattıklarımın yanı sıra yine yönümü çok radikal kararlarla değiştirmiyor, her zaman olduğu gibi mahalle esnafları eşliğinde kahvehaneye doğru ilerliyorum. Kapısına şöyle bir göz gezdirerek, diğer günlerden farklı olarak, içerideki insanlara bakıyorum. Hayatlarını yaşamlarının belli bir noktasında bırakmış yığınla toz tanesinden farklı bir şey değilmiş gibi geliyor o insanlar. Fırçalanmamış, çürümüş dişlerle gülüşler, kokuşmuş kıyafetler ve hırçınlıkla vurulan okey taşlarının sesleri beni öz bir düşünmeye itiyor.

Mesele Hasan Amca; her gün burada, hiç çıkmaz. Biraz daha sakindir diğerlerinden, sanki hayatını yeni bırakmış gibi, ya hani çıkıp arasa bulacak, çok uzakta değil; fakat evinde, temizlikten temizliğe milletin ameleliğini yapan eşini –bir de eşinin o kargaşanın içinde iki küçük çocuğuna da bakma gayretini- bilince, ona bakışlarım karakterindeki gibi uysal bir tavırla olmuyor. ‘Ne işin var burada Hasan abi, hanımının halini görmüyor musun, peki ya çocukların?!’ diye çıkışmaktan kendimi alıkoymam gerektiğini yüzüne her baktığımda son anda hatırlıyorum.

Burası böyle bir yer: Öyle televizyonlarda, millet yetkililerin söylediği gibi ya da tarihte olduğu gibi allanacak pullanacak hiçbir yanı yok. Nerede eşine zulmeden insan olsun, nerede kumara, borca bulaşmış insan olsun burada. Hepsinin ortak paydası ise üçkâğıtçılık. Yaşamlarının kısmi payını bu palavracılıkla geçindiriyorlar. Zira hiç böyle bir yanınız yok ise kapıdan içeriye adım bile atmayın, benden söylemesi. Şimdilik bana bu konuda tolerans gösteriyorlar gibi hissediyorum. Her gün yaklaşımları farklı olmuyor da değil fakat işimi yeni kaybetmiş olmam ve iki tarafında okumuş olduğu bir evliliğe sahip olmam; sanıyorum ki statüsel olarak beni burada üstün tutuyor. Bunun ise çok sürmeyeceğime adım gibi eminim.

Bu uzun laf kalabalığının ardından içeri adımımı attım ve ‘Merhaba, kolay gelsin!’ diye adaptan seslenişten sonra boş bir masaya yöneldim. Yönelirken birden duraksadım, nedeni ise kimsenin selamıma dönmeyişiydi. Bekledim, bekledim, bekledim. O sırada da düşünüyordum. Çünkü okey taşlarının uğultulu sesi durmuş, çaycı İsmail dayının elleri donmuştu. Yanımdan bir sesin ‘şişt, şişt’ diye fısıldamasını duydum ve oraya yöneldim. Kahvehane ağalarından biriydi bu fısıldayan: Bekir Efendi. ‘Efendim’ diye fısıldadım yüzüm yarı dönük şekilde. ‘Merhaba dedin’ dedi. Orada kafama dank etti her şey. Eski yaşantımın alışıklığı bizim mahalle lügatına uymadığını biliyordum lakin alışkanlıklardan kurtulmak da, her ne kadar haftalar geçse de kolay olmuyor. Sonra duraksadım ve okkalı bir ağızla ‘Selamün aleyküm’ diye seslendim. Sanki zamanın durduğu o an, yerini tekrardan akışkan kahvehane ortamına geri döndürmüştü. İçeri girerken bile bir Tanrı’nın selamı ile girilmesi gereken bu mekân, beni zihinsel olarak ironik çelişkelere itmeden edemiyordu. Allah, şu görüntüde ismiyle selam verilmesinden hoşlanır mıydı acaba diye düşünüyordum.

Hiçbir vasfa, hiçbir kayda hâkimiyet gösteremeyen zavallı insanlardı bunlar. Allah’ın ‘kulum’ derken utanacağı kişiler, Allah’ı ağzından düşürmemekte hep en ön safta yer alıyorlar. Bugün bu kötü girizgâhımdan sonra yerimde öylece durmam mümkün değildi. İçten içe kaşınıyordum da. Çay söyledim ve gelene kadar öylece sadece etrafı izledim. Bekir Efendi’ye bakıyor, çaycı İsmail’den çıkıyordum. Gözlerini, alın hatlarını, yüzlerini okumak istiyordum. Acaba diyordum, acaba utanç duyuyorlar mı kendilerinden, yoksa bu sefil hayat onlara işlemiş mi diyordum.

Çayım geldi, çaycı İsmail masaya bırakırken çayımı ‘Afiyet olsun ama gel şöyle yakın bir yere otur, birini mi bekliyorsun?’ dedi. Yok, beklemiyorum deyince beni biraz daha orta masalara, Hasan Amca’nın yanına aldı. Uzak masalara çay servisi yapmak ayaklarını yoruyormuş, öyle söyledi. Tek vaziyetini bile beceremiyordu demek ki artık.

Hasan Amca ile ufak bir selamlaştıktan sonra, onun yancısı konumuna gelmem çok fazla sürmedi. Beraber ıstakaya bakıyor, taşları diziyorduk. Okey oynamayı ben de severim ama böyle bir ortamda değil. Çalıştığım binalarda olduğu gibi yüksek katlı ofislerde, yüksek zümreli insanlarla oturup oynamak beni hep kendimi ait olduğum yerdeymişim gibi hissettirirdi, bunu bugün burada, ilkokul terk insanların çevrelediği masada otururken anlıyorum.

Zaman geçip giderken televizyonun sesi birden açıldı. Herkes sesin verdiği uyanış ile ‘kumanda nerede’ diye arayışa koyuldu. Ekrana bakan tek bendim. Diğerleri ses frekansının kendinden başka bir yerde yükselmesini, kulaklara veren rahatsızlığın etkisi ile hemen sesi kapatma eğilimindeydiler. Kumanda Bekir Efendi’deydi. Herkes nihayet ona döndüğünde ‘izleyin’ diye bağırdı. Ekranda devlet kanalı açık, konuşmada ise Cumhurbaşkanı vardı.

Son dakika olarak geçilen bu haberin ana başlığı: ‘Ayasofya ibadete açıldı, Fatih’in emaneti geri kazanıldı.’ şeklindeydi. Cumhurbaşkanı’nı büyük bir sessizlikle izleyen kahvehane üyeleri, konuşma bittikten sonra o sessizliği hiç yakalayamadı.

Konuya Hasan Amca girdi ilk: İyi olmuş kâfirlere, dedi. Orada ben atıldım. ‘Ne kâfiri Abi, kime ne oldu?’ Hasan Amca cevap verdi, ‘Müzeydi işte, Hristiyanlara iyi olmuş, kime ne olacak?!’ deyip hiddetle karşı çıktı. Kelimelerini seçerken zorlanacak şekilde sinirlenmişti fakat benim de artık gözüm görmüyordu. Tüm bunalımlarımın arasında bir de bu cehaletle yüzleşmek içimi sıkıyordu. ‘Hasan Bey, orası müzeydi, ne Hristiyan’ın ne Müslüman’ın mülküydü, bütün insanlığındı.’ Hasan Amca sözümü bitirmemi zor bekler halde hemen atıldı, ‘Öyle olur mu, saçmalama! Ne gayret Yunanlar kıskanıyor o vakit?’ dedi. Benim ise lügatim, birkaç hafta öncesine tekrardan dönmüş, şehirli iş insanı görünümü almıştı bile. ‘Efendim Yunanların kıskandığı falan yok. İki- üç Yunan faşistinin söylemleri ile karar mı alınır, orası bize Atatürk’ün emanetiydi, cumhuriyetin mirasıydı.’

Kahvehanedeki kimsenin siyasi görüşünü tam olarak bilmiyordum. Tahminlerim vardı ama bu tahminlerim de çok zayıftı. Hepsinin Müslüman olduğunu, bu çerçevede ona göre şekillenmiş siyasi partilere oy verdiğini düşünüyor, ekonomik formüllere çok kafalarının basmadığına inanıyordum. Zaten birkaç ağa vardı ve diğer insanlar bir tartışma olduğunda o ağaların fikirlerine eksiksiz katılırdı. Son çıkışımdan sonra o ağalardan olan Bekir Efendi dâhil oldu konuya:

Bekir Efendi: Cumhurbaşkanını dinlemedin herhalde. Atatürk’ün mirası miras da, Fatih’inki değil mi? Nasıl olur da Müslüman topraklarında olan bir mabedi müze olarak kalmasını yeğlersin, hem sembolik hem de tarihsel açıdan büyük bir kazanım oldu bize, Allah razı olsun emeği geçenlerden.

– Hayır, efendim. Bakınız, orası bir müze olarak asıl uygar tarihimizde değer buluyordu. Şimdi ülkenin ekonomik hali belli, ben işsizim görüyorsunuz hepiniz. Sizler de çok parlak sayılmazsınız. Memleket bu haldeyken oluşturulacak her gündem bize zarardır. Allah aşkına Cumhurbaşkanı sanki çok mu din, tarih düşündü de aldı bu kararı. Daha geçen sene neler dediğini siz dinlememişsiniz galiba. Hem nasıl Hristiyanlara iyi olmuş diyebilirsiniz, Hristiyanlar Allahsız mı?

Hasan Amca: Müsaade et Bekir Efendi, ben bir iki kelam daha edeyim. (Tekrardan bana yönelerek) Bak, güzel kardeşim. Hristiyanlar Allahsız mı diyorsun, ee tabii öyle. Allah’ı yok sayan, küfre karışan insanlar bunlar. Şimdi gelip de bu insanların savunuculuğunu yapma burada, yaptırmayız sana.

– Hristiyanlar mı Allah’a sövüyor, yahu aynı Tanrı’ya iman ediyoruz, ne diyorsunuz siz?!

Hasan Amca: Onlar Tanrı’ya iman eder, biz Allah’tan başkasını ilah bilmeyiz.

– Tanrı derken… İlahı kastediyorum, ilah anlamında diyorum. Onların ilahı da Allah, bizimki de. Hem bu bir dönüşüklü dövüş haline getirilemez ki, aynı yolun yolcusuyuz.

Hasan Amca tam konuya girecekken Bekir Efendi, ondaki bilgi yetersizliğini görüp bir el hareketiyle durdurdu. Kendi, söze dingin bir edayla başladı.

Bekir Efendi: Bak evladım, belli okumuşsun bir şeyler ama eksik okumuşsun. Her şey okumakla yitirilse, oh ne güzel dünya olurdu. Okumak her şey değildir. Bu Hristiyan dediklerinin imanı değiştirilmiş imandır. Kitapları değiştirilmiştir. Bir faniye, bir kula inanıp onu ilah olarak atfetmişlerdir. Allah’ın oğlu olur mu hiç, olmaz. Sen şimdi İncil’e, Tevrat’a itikat ediyor musun, ediyorsan Müslümanlığını bir sorgula derim bence, ki o da Müslümansan hani.

– Şükürler olsun, Müslümanım efendim fakat dediğiniz itikat mevzusunda da itikat ediyorum tabii ki. Benim için Allah’ın her kelamı önemlidir. O fani dediğiniz insan da Allah’ın peygamberidir. Öyle değiştirilmişmiş, zamanı geçmişmiş, böyle şeylere inanmam ben. İki üç kelam değişti diye tüm İncil’i çöpe atamam. Siz ise sadece bir kitaba inanarak bakışınızı darlaştırıyorsunuz din hakkında. Bence bu sakıncalı imandır. Muhammed’in de imanı, İsa’nın da imanı tek bir kuvvete bağlıdır. Bunlar Âdem’in evlatlarıdır. Birbirlerinin tamamlayıcısıdır, yok edicisi değil. Siz sadece Kuran’a iman edip diğer kitaplara küfre yanaşırsanız, imanınız tek kitaplıktır. Ben ise dördüne birden iman eder, geniş bakarım, daha kuvvetle inanırım.

Bekir Efendi, bu sözümün ardından sanki duymamış gibi yaparak çay istedi. Çaycı İsmail de şaşırmış, tüm kahvehane gibi dört gözle izlediği bu tartışmanın birden son bulmasına anlam verememişti. Çayını içtikten sonra Bekir Efendi kalkıp gitti. O ana kadar kimseden toplu bir ses çıkmamıştı. Ardından Hasan Amca ve diğerleri bana yönelerek ‘sen de gitsen iyi olur artık.’ dedi. Çok şaşırdığım söylenemezdi, beni artık aralarında istemeyeceklerdi. Oysa tartışmak bu değildir deyip konuşmayı sürdürmek istiyordum fakat ortamın entelektüel seviyesi de belli bir yerdeydi. Peki deyip çıktım.

Bekir Efendi biliyorum ki o an cevap veremediğinden değil, yorulduğundan ya da konunun kesin net cevabı olmadığından susmuştu. Eve giderken bunu düşünüyordum. Neden sustu, neden sustu diye ama biliyorum ki bir yandan da ağırbaşlı biri, hırçın tartışmalara atılgan yaklaşmak istemiyor da olabilirdi. Belki okumaya gitti, bilgisini tazeleyip öyle gelecekti. Beni kahvehaneden kovduklarını bilse nasıl tepki verirdi acaba? Çünkü biliyordum ki, aralarında en bilge O duruyordu. Zaten kendisine bu kadar saygı göstermeleri de bundan kaynaklıydı.

Bu şiddetli tartışmanın ardından eve sonunda vardığımda eşim daha gelmemişti. Birkaç kez telefon açtım ama yanıt gelmedi. Herhalde mesaisi uzamış ya da iş çıkışı arkadaşlarıyla konuşmaya dalmıştı diye düşündüm. İşsiz olmak ve statü konusunda bu kadar aşağıya düşmek gerçekten çok zordu. Psikolojik olarak kendime güvenim bitmiş, eşime yaklaşırken bile çok tedbirle yaklaşıyordum. Sanki eşim değil de patronummuş gibi çekinerek yatıyordum yanında. Statülerimiz ne kadar önemliymiş meğer.

Biraz sonra ‘Hava çok kötüydü, zor gelebildim.’ diye mesaj attı. Cama çıkıp geldiğini görmek istedim. Havaya şöyle bir baktım, gerçekten de yağmur yağmış ve esintiliydi. Ardından bir araba yanaştı kapının önüne büyük bir sesle. Arabanın radyosunda ‘seninle olmak varya’ şarkısı çalıyordu. Çok da sevdiğim bir şarkıdır. Alt kat komşumuz Ferdi Bey’in arabası sanıp selam vermek için atıldım.

Arabanın ön kapısı açıldığında gördüklerim şaşkınlığa uğrattı. Direksiyon başından kalkıp kapıyı açan bir erkek ile sevgili eşim birlikte bir arabayla gelmişlerdi. Romantik bir şekilde kapısını açmayı da ihmal etmeyen bu beyefendi, eşimin iş arkadaşı herhalde diye düşündüm. İyi giyinimli ve şık biriydi. Eşim ise kendisine dünya güzelliklerine açılan bir kapıymış gibi, bu yüksek fiyatla arabanın koltuğundan inerek arkadaşına en güzel gamzeleriyle tebessüm etmiş, yanaktan öpüşmeli veda sarılması yapmıştı.

Kapımın önünde gerçekleşen bu olaya tanıklık ederken ben elime sigaramı almış, eşimin gelmesini bekliyordum. Zaten hava yağmurlu ve gelmesi zor olurdu diye düşünüyordum. Arkadaşı ona iyilik yapmış, evine kadar getirmiş şeklinde de düşünebilirdim ama nedense sevdiğim bir kadının, başka bir erkeğe gülümsemesi beni içten içe aldatılmış hissine büründürüyordu.

Sigaramdan son içleri çekerken ve eşimin merdivenleri çıkma sesini işitirken ‘zaten bir şey diyemem ki, işsiz biriyim, eşimi yağmurlu havada toplu ulaşımlara, yürümeye maruz bırakarak onu hak ediyor muyum ki, statü zaten ayrı bir konu, önemli bir konu, bir de eşimle aramı kötü yaparak kahvehanedeki insanlardan farksız kalmak istemiyorum, bu köhnelenmiş hayatımda tek dayanağım o benim.’ diye daldığım düşüncelerin arasında kapıyı açmak üzere evin içine yönelirken sigara çöpümü camdan fırlattım.

Emin Şanlı
Düşün, aktar ve sonra izle.
Subscribe
Bildir
0 Yorum
Inline Feedbacks
Tüm yorumları gör
Önceki
Çirkin insan yavrusu
Çirkin insan yavrusu

Çirkin insan yavrusu

Sonraki
Zaman Senin!

İlginizi Çekebilir

kooplog'dan en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerez (cookie) kullanıyoruz.