Renkli Düşler Dükkânı
Hava rüzgârlıydı. Hatta fırtınalıydı. Bulutlar gökyüzünü suya yayılan mürekkep damlası gibi kaplamıştı. Yağmur yağıyordu. Şimşekler karanlıkta çakılan çakmak gibi bir yanıp bir sönüyordu. Yedikavak kasabasında daha önce böylesi kötü ve basık bir hava ne görülmüş ne de duyulmuştu.
İki hafta sonra
Bayım sanırım sizi daha önce buralarda hiç görmemiştim. Aramızda kalsın ben konuştuğum ve gördüğüm kişileri unutmam. İçeri geçelimde size bir şeyler ikram edeyim. Alış veriş için bu günden daha güzel bir gün olamaz. İlk müşterim olduğunuz için size güzel indirimler yapabilirim.
Yedikavağın misafirleri evlerine döndü. Çok güzel değil mi? Yazın şehirlerden gelen kaçkınlar birer ikişer gittiler. Aptal şehirli telaşlarını da alıp gittiler. Şimdi kasım ayındayız ve kavağın en güzel zamanlarını yaşıyoruz. Akdeniz’in kaderi bu sanırım. Yaz gelip geçtikten sonra insanlar, İstanbul’a, Ankara’ya, İzmir’e döndükten sonra Yedikavak gibi kasabalar unutulur. Buranın yerlileri her yıl bu gidiş gelişe şahit olurlar.
‘’Hoş geldiniz. Sefalar getirdiniz.’’ ‘’Selametle gidiniz. Tekrar bekleriz. Seneye görüşürüz.’’
Tatilcilerin buralara gelmesi Kavaklıların işine geliyor diye tahmin ediyorum. Büyük kentin kaçkınları cepleri paralarla dolu geliyorlar. Bu durum birkaç ay yüzünüzü güldürüyordur. Gittiklerinde de yüzünüz gülüyordur değil mi? Kaçkınların gürültüsü, arabaları ve kalabalıkları da gitmiş oluyor.
Ben en çok yağmurlu havaları severim. Hep yağmurlu havalarda gelirim. Benimle bir de kahve içmek ister misiniz? Burası kasabanın her yerini görebiliyor. Yalnız şu parkın elden geçirilmesi, sonra da güzel ve renkli boyalarla boyanması lazım. Bana göre, renkler insanların iç dünyasına sıcak bir gülümseme hissi katıyor. Kasabada o işlere Murat Mert bakıyor. Sanırım bu ara işlerini aksatıyor. Alkolle başı dertte diye duydum. Bu bir sır değil ama kimse bunu konuşmuyor.
Bana sorarsanız sabahın ilk saatleri alış veriş için en güzel zamandır. Kimseciklerin olmadığı ve tek bir müşteriyle ilgilendiğim zaman ona istediği her şeyi bulabilirim. Benim işim bu. Sizlerin bir türlü bulamadığınız ve unuttuğunuz eşyaları bulmak. Tabi bu iş o kadar kolay değil. Müşterilerinizin istediği şeylere ulaşmam için çok ilginç biri olmanız gerekir. Haliyle yıllardır bu işi yapıyorum ve sanırım benden daha iyisi yok.
YAKINDA AÇILIYOR
AKIL ALMAZ BİR MAĞAZA
GÖRDÜKLERİNİZE İNANAMAYACAKSINIZ
RENKLİ DÜŞLER DÜKKÂNI
O ilanlar mı? Bayağı uğraştım. Bütün kasabaya o ilanları asmam saatlerimi aldı. Küçük bir kasabada bunca el ilanına ne gerek mi var? İnsanlar ne sattığınızı bilmeli. Sonuçta bir manav açmıyorsunuz.
Kasabanıza geldiğimden buyana pek gülümseyen insan göremedim. Buralar bilmeyen biri bu kasabanın insanları hakkında iyi şeyler düşünmezler gibi. Yani bu tip yerlerde işlerin nasıl çığırından çıktığını az çok bilirsiniz. Yani detaylıca anlatmama gerek yok sanırım. Kasabalarda bazen insanların bir birine husumet beslediğini herkes bilir. Aslında kimse birbiriyle iyi geçinmiyordur. Bir zaman her şey sorunsuz gider, sonra husumetliler ortaya çıkar.
Buradaki husumet çokta farklı değil. Birçok kişi bu yüzden öfkeli. Kasabanın diğer tarafındaki dağdan gelen su yüzünden. Herkes o suyun kendisine ait olduğunu düşünüyor. Kasabalıların bazıları suyun ayrı hatlarla çekilmesini talep ediyorlar. Dağ yoluna giden rampayı çıktıysanız akarsuyu görmüşsünüzdür. Ah özür dilerim size yıllardır burada yaşayan birine burayı anlatmış oldum.
Bu su problemi ile ilgili İl Özel İdaresi Genel Sekreteri Ahmet Taştan da bu didişmenin farkında. Sorunu çözmek için elinden geleni yapıyor. Konuyla alakadar. Öyle olmasa bir proje hazırlamaz ve ihale açmazdı. Bu kadar şeyi öğrenmek için emin olun hiç zorlanmadım. İhalenin sonucunda dağdan gelen suyu ihaleyle yaptırmış olduğu yüz tonluk depoda toplama çalışıyor. ‘Bu suyu Yedikavak sakinleri birlikte kullanacaklar, ayrı gayrı olmayacak.’ Diye şu yerel gazeteniz ve çekilme aracınız Ağaçlı Gazeteye demeç vermişliği bile var. Hatta şöyle devam ediyordu ‘Biz Yedikavağa sağlıklı içme suyu getirmeye çalışıyoruz, maalesef Yedikavak sakinleri ikiye bölünmüş ve devletin götüreceği hizmeti engellemeye çalışılıyor. Yani su bizim depomuza gelsin, kavgası yaşanıyor. Bu durum bizi hem korkutuyor hem de üzüyor. Vatandaşlarımıza müsterih olmalarını tavsiye ediyorum.’ Diye bitiriyor.
Suyun kendilerine ait olduğu fikri Engin Yıldırımdan çıkmış. Babası buranın ilk yerlilerinden biridir. Yedikavağı yeşillendirenlerdendir.
Engin zor bir adamdır. Ne istediğini bilen cinsinden hem de.
Dağdan gelen suyun kimin kullanımında olacağı bir türlü çözülememiş. Herkes olayı çözmek yerine husumeti büyütmüş. Yıllar içerisinde ister istemez taraflar oluşmaya başlamış. Kasabalılar deyim yerindeyse iki takıma ayrılmışlar. Engin Yıldırım bir takımın Nakliyeci Hamit başka bir takımın kaptanı gibi davranıyorlar.
Bu suyun paylaşılamaması zararsız gibi gözükebilir. Ama Nakliyeci Hamit için öyle gözükmüyor. Onlara göre durum çok daha ciddi. Aslında Engin Yıldırım, Nakliyeci Hamit’ten hiç hoşlanmazdı. Hamit’te ondan. (Hatta Engin Yıldırım Nakliyeci lakabını Hamit’e o takmıştı. Tabi Hamit’te bunu biliyor ve lakabından hiç hoşlanmıyor.)
Bu iki yaramazın daha öncede tartıştıkları olmuştu. Lakin, su olayı tartışmadan daha ciddi bir konuydu.
Nakliyeci Hamit o yazın suyla ilgili kararı duyunca tepesinin tası iyiden iyiye atmıştı. Alternatif su kaynağı arama fikri o zamanlar çıkmıştı. Bu yüzden sonda için paranın çoğunu kendisi vermişti.
O günden beri taraflar birbirleriyle konuşmadıkları gibi kasabada çıkan yerel bir gazete ile iletişim kuruyorlardı. Her iki tarafta arkalarından atıp tutuyordu.
Şu bankadan çıkan adamı gördünüz mü? Kendisi kasabadaki tek motelin sahibi. Cafer Dikici. Babası öldükten sonra bu kasabanın en zengin insanı oldu sanırım. Dikelya Motel. Kendince çok zeki bir isim verdiğini sanıyordur. Hani Soy ismi Dikici ya. Gülünüz efendim. İlk duyduğumda ben de çok güldüm. Dikel ya. İsme bakar mısınız? Kendisini daha çok Engin Yıldırım’ın yanında görüyorum. Takımın da mı deseydik bilemedim. Sanırım aralarından su sızmıyor. Hah hah ha. Şu su mevzusu da olmasa…
Geçenlerde bu ikiliyi dükkânımın önünden geçerken gördüm. Burunları havada gezmeye bayılıyorlar. Engin Yıldırım benim ona baktığımı fark etmedi ama ben onun, ilgili gözlerle buraya baktığını gördüm. Harbi çok matrak adamlara benziyorlar. Dıştan sert ama içleri matraklık kaynıyor. Kesin baş başa kaldıklarında çok eğleniyordurlar.
Şu jandarma aracını görüyor musunuz? Play Station salonunun önündeki kaldırıma park etmiş. İçinde Kamil Gök oturuyor. Pek bir görevi yok sanırım bugün. Telefonuna baktığını görebiliyorum. Büyük ihtimalle sevdiği kızın sosyal medya hesaplarını inceliyor. Bahse var mısınız? Ben adım kadar eminim. Merve Solmaz’la çok mutlulardı. Ama bu çok önceleriydi. Şimdi durum çok farklı. Merve Solmaz artık müzik öğretmeni Furkan Taner’le nişanlandı. Kamil henüz durumu kabullenmişe benzemiyor. Arabanın içerisinde içini çektiğini görebilirsiniz. Kendi kendine hayıflanıyor. Ancak hala âşık biri böyle şeyler yapabilir.
Bilmem hiç düşündünüz mü genelde insanlar sıradan şeyleri takıntı haline getiriyorlar. Çokta acıklı olmayan şeyler. Fark ettiniz mi bilmem.
Şu merdivenlerden inen adamı görüyor musunuz? Yok yok kasketli olan değil. O Belediye Meclis üyesi Metin Tokmak, arabasına doğru gidiyor. Ben üstü başı yağ olan adamı söylüyorum. Kasabanın kaporta tamiri işlerine o bakıyor. Adı Dursun Çetin. Kaportacılıkta işlerinden vakti kalırsa özellikle kışa doğru kombi tamiri işlerine bakıyor. Bakın bakın Metin Tokmak’ın arabasını nasıl da kesiyor. Araları pekiyi değil. O araba yüzünden hem de. O arabayı iyi bilmeniz lazım. Toyota Corollayı. Hani şu berber dükkânına dalan ve haberlere çıkan araba. Pek bir özelliği olmayan sıradan bir araba. Ama Metin için çok özel bir araba. Çünkü araba ona öğretmen olan annesi Ferhunde Tokmak’tan bir anı olarak kaldı. Metin o kazadan sonra sol aracını Dursun Çetin’e götürmüştü. Gel gör ki arabayı doğru dürüst bir işçilikle tamir etmedi. E tabi Metinden biraz da fazla para aldı. Yani bunlar tamamen Metin’in söylemleri. Birlisiniz böyle konularda taraflar hep kendisinin haklı olduğunu savunur.
İşte küçük ama sevimli kasabalarda olan şeyler bunlar. İsimler değişse de olaylar hep aynı gelişiyor. İnsanlar evlerinde, işlerinde birbirlerini çekiştiriyor, alay ediyor. Şu çocuğu da bilirsin. Umut Bulut. Hep yalnız takılır. Hiç arkadaşı yok. Yüzündeki leke yüzünden diğer çocuklar onunla alay ediyor.
Hiç öyle düşünmeyiniz. Tüm bu anlattıklarım size sıradan gibi gelebilir. Açıkça söylemek gerekirse bu tür şeyler insanları bir birinden uzak tutuyor. Aralarındaki ilişkileri zedeliyor. Önüne geçilmezse büyük bir hastalık gibi yayılıp, ölüme kadar götürüyor.
Baba Müslim’i de tanırsınız. Müslim Yener. Yaşlı ve eli bol biriymiş. Şehirde büyük bir marketi varmış. Şu boş arsa da onunmuş. Eskiden küçük bir dükkânı varmış o arsada. Talihe bakın ki bir yangında kül olmuş. Aramızda klasın (Gerçi herkesin bildiğinden eminim.) o dükkânın kundaklandığı söyleniyor. Kasabadan birkaç kişi o olayı görmüş ya da gördüklerini söylüyorlar. Bu kadar kısa sürede bu kadar şeyi nasıl mı öğrendim? Söyledim ya o da benim küçük sırrım olsun. Herkesin bir sırrı vardır. Bilirsiniz, sadece size ait olan bir sır.
Baba Müslim’in torunu Ömer Yener babası öldükten sonra iyice zıvanadan çıktı. Çok daha küçükken de sorunlu biriymiş. Ortaokul yıllarında serseri tiplilerle vakit geçirirmiş. Hatta bir hırsızlık olayından sonra mahkûmiyet bile almış. Neyse ki ilk kötü işi olduğu için para cezasıyla kurtulmuş. Düşünsenize eli bol bir adamın torunu neden böyle şeyler yapsın?
Kasabalar böyledir azizim. Öfkeli insanlar. Platonikler. Sırları olan insanlar. Kindarlar… Ve daha neler neler… Kasabaya girerken gördüğünüz yazıda olduğu gibi; burası yaşamak ve şehir hayatından kaçmak için mükemmel bir yer.
Nazik ziyaretiniz için teşekkür ederim. Sizinle konuşmak benim için bir şerefti. Sakın söylemeyin! Ben sizi güzelce tahlil ettiğimi düşünüyorum. Hoşunuza gidecek şeyin ne olduğunu bırakın ben söyleyeyim. Bilirim efendim. Size bir gramofon vereceğim. Dedim ya benim küçük sırrım da bu. Size evde dinlemeniz için de bir plak vereceğim. Lütfen eve gidene kadar bunu açmayın. Bu kadar ucuz elbette. Ben sırf kar amacı ile bu işi yapmıyorum. Görevlerimden biri de insanları yılın bu zamanlarında mutlu etmek. Ama sizden küçük bir iyilik isteyeceğim. Yo hayır şimdi değil. Daha sonra. Lütfen o isteyeceğim şeyi yapın. Böylece ödeşmiş oluruz. Ben sattığım malın karşılığını muhakkak alırım.
Adım Baki Kalır. Ben de çok memnun oldum azizim. Tekrar görüşmek dileğiyle…
Davut Aksoy böylece Renkli Düşler Dükkânından çıkmıştı. Gramofonu koltuğunun altına zor da olsa sıkıştırmıştı. Büyükçe bir zarfın içerisinde onu heyecanlandıran bir de plak vardı. Gerçekten çok heyecanlıydı. Bir o kadar da pakette bulunan plağı merak ediyordu. Yüreği hiç olmadığı kadar coşkuyla çarpıyordu şimdi. İyi ki bu adam kasabalarına gelmişti. Şimdiden kendisi dahi mutlu olmuştu. Kara Davut lakabının hakkını fazlasıyla vermiş biriydi. Eşi öldükten sonra o eski zalim adam yerini pamuk bir amcaya bırakmıştı. İster istemez değişmişti. Zaten yaşı da gelmişti. Şunun şurasında daha ne kadar yaşayabilirdi ki!