İlk yazım genel bir kötü ile ilgiliydi. Bu daha kişisel olacak.
Her gün yürüyen ölüler arasında yaşayıp, yakalanmamak adına onlar gibi davranmaya çalışıyordum. Ağzına geleni söylemen samimiyet sayıldığı için ben de bir karar verdim. En samimi ben olacaktım. Saygı sınırlarını çoktan aşmış olan kelimelerim kahkahalar eşliğinde karşılanıyordu. Boşvermişliğin salıncağında sallanırken onlara duymak istediklerini söylüyordum. Ben kendimden uzaklaştıkça onlara daha yakın oluyordum. Geceleri rahat uyuyordum artık. Kendime bir diyet listesi hazırlamıştım. Çokça yalan, kibrit büyüklüğü kadar iftira. Midemin bulantısını ise gün içinde aldığım dedikodularla bastırıyordum.
Şiirlerimi bir kadının kol çantasında bıraktım. Notlarımı da başka bir arkadaşın sobasında. Sanayide klasik müzik dinleyerek araçları tamir eden bir arkadaşımda. Bazen yanına gider, onu izler ve her gün intihar etmesine tanıklık ederdim. Babası öldüğünde ağlayamadığından bahsetmişti. Sonraki bir ay bunalımda kaldığını da. Sonraki iki ay da kız arkadaşının yeni aldığı eşyalarının ödemesinden dolayı. Arkadaşımın bütün duygularının ziline basıp kaçmıştı. Hem onu çok seviyor hem de ondan nefret ediyordu. Kendinde bir kusur arıyor, verilen cevaplar onu tatmin etmiyordu. Sevmemenin özrü olmazdı ve onun ruhunun çektiği acı, bedeninkinden fazlaydı. Ben de kendi hayatımdan bir kesit sunayım sizlere. Eski kız arkadaşım ayrılma sürecinde bana bakmam için bir çiçek hediye etmişti. Ne zaman solarsa ayrılacağımızdan bahsederdi. Bir de Can Yücel’ den ‘’Öylesine Bir Mektup’’ yazısını elime tutuşturdu. Okumanızı tavsiye ederim bu arada. Çicek hala benimle kız arkadaşımsa bahriyeli bir subay ile evlendi. Eminim ki evinde daha güzel çiçekleri vardır.
Ailenin tek üniversite okuyan bireyi olarak sorumluluklarım fazla, maaş beklentileri ise dolgundu. Onlara kendimi anlatmanın bir yolu yoktu. Her yaratıcı gibi yapımımda rol alan ebeveynlerim de eserine ihtişamla bakmak istiyordu. Bunu anladığımda annem kalp krizi geçirmişti. Telefon görüşmelerimiz fazla vaktimizi almazdı. Sonunda bir bayram kurban yerine ümitlerimizi kestik birbirimizden.
Bütün iş tecrübelerim aynı tonda devam ediyordu. Susmam noktasında anlaşamadığımız için gitmem gerektiği söyleniyordu. Hepsi kendi istifamla sonlandı. Ekmek fabrikasının muhasebesine bakarken doğru rapor göndermenin patronumu kızdırdığını anlamam fazla vaktimi almadı. Verdikleri bütün işleri erken bitirmem sorun olmuştu. Sıkıldığımda bazen hırsız avına çıkardım. İnsanları işinden etmenin ucu kendilerine dokunduğunda istifa dilekçemi benim adıma hazırlamışlardı bile. İşleri benim adıma kolaylaştırdıkları için kendilerine burdan teşekkür ediyorum.
Ockham’ ın Usturası misali her çözümün basit olanını seçmeye başlamıştım. A noktasından B noktasına giden en kestirme yolun tam ortasındaydım. Etrafımdakilerle ilgilenmiyor, gerekmediğinde dinlemiyordum. Konuştuğumuz konular karşımda oturan kişilerle doğru orantılıydı. Bahsettiğimiz konular deniz seviyesinin altına düşmediği için bu sayede boğulmuyorduk. Seviye arttığında ise düşüncelerimi oksijenle yakar sigara dumanıma katık ederdim.
Başkalaşım sürecinin getirdiği noktada tam da geriye bakmak üzereyim şuan. Beni bir pisliğe çeviren bu süreç herkese aynı rolü dağıtmıyor. Tanrının üç değişiklik hakkı yoktu malasef. Sizin yerinize daha hazır birinin devam etmesini düşünmesi daha iyi olabilirdi aslında. Sekreter kuşlarının zarif ve naif görüntüsü altında çok iyi bir yılan avcısı olduğunu bilmeniz gerekiyor. Ayakları ile bizdeki tabire uygun olarak yılanların başlarını ezerken, ayaklarındaki sert pullar onu ısırıklardan koruyordu. Kalbiniz hala pullanmadıysa bu sizin sorununuz. Çektiğiniz acıları bir kenara not edin ve içinizdeki Polyanna’ ya ses verin. Ya da en iyisi beni dinleyin. Ali Lidar’ın dediği gibi ‘’Kimse göründüğü kadar iyi, anlatıldığı kadar kötü değildir.’’