İftara yakın, elinde sıcacık pidelerle evlerine koşturanları, yavaş yavaş boşalan sokakları seyretmek, ramazan ayının maneviyatına daha sıkı tutunmamızı sağlıyor sanki. Ardından; evin çocuğunun koştura koştura komşuya götürdüğü yemek tabaklarını, topun patlamasıyla zeytin ve hurma ile açılan oruçları, kalabalık ve bol sohbetli iftar sofralarını, teravih namazı için toplaşıp camiye gidenleri seyretmek de, ramazanı gönlümüzde en ön sıralara oturtuyor.
Evet, toplumsal birikimlerimizi oluşturan bizi biz yapan değerler var. Evet, bizler inancımızla geleneklerimizi harmanlayıp, dini ve kültürel bir zenginlikten aldığımız tadı sonraki ramazanlarda yine arıyoruz ancak değişen zamandan ve bu değişim-dönüşüm sürecinden ramazan geleneklerimizin de payını aldığını biliyor muyuz?
O maniler söyleyen, pencerelere çıkıp bahşiş verdiğimiz davulcular ne kadar azaldı değil mi? Davulun sesi, yakından daha hoş gelirdi oysaki! Meddah, Hacivat ve Karagöz eğlencelerinin cazibesi yüksek olmasına rağmen, akıllı telefonlar daha mı fazla cezbediyor bizleri yani?
Şimdi epey bir geriye gidelim…
Osmanlı’da ramazan ayı, yaşatılan gelenekler ile ayrı bir milli kültür öğesinin içerisinde yer almaktaydı. Örneğin, Osmanlı’da da birlikte iftar açma geleneği vardı; ancak önce içinde kahvaltılık ürünlerin olduğu atıştırmalık iftariyelikler ile oruç açılır, kılınan namazın ardından ana yemeğe geçilirdi. Öyle ilk oturuşta, çatlayana dek yenilmezdi!
Diş kirası geleneği vardı. Ramazanda iftara gelen davetlilere, daveti verenin yardım borcunun ödenmesinde dişlerini yemeğe kiraladığı için verilen hediye ya da kese içindeki akçeler ile bu gelenek yaşatılırdı. Hatta Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig’te de diş kirasından bahsetmiş ve çağrılan davete zahmet edip gelen kişiye gücü yettiği oranda “diş teri” ifadesi ile hediye verilmesinin gerektiğini yazmıştır.
O zamanlar bir de semai kahvehaneleri vardı. Bu kahvehanelerde musiki eşliğinde Türk Halk Edebiyatının nazım türlerinden koşma, mani ve semailer ( ölçülü halk şiiri ) okunurdu. Namazdan sonra buraya giden insanlar hem eğlenir hem de sosyal bir çevre edinmiş olurlardı. Hatta şairler, padişaha ve yönetime, içinde ramazan ayının değerlerini, maneviyatını yansıtan “ramazaniye” adı verilen şiirler de yazarlardı.
Tekne orucu geleneğinde de, dini kaidelerin benimsenmesi ve ramazan ayının sevilmesi için çocukların tuttuğu yarım günlük oruçlar vardı. Öğleye kadar oruç tutan çocuklar; sahura kaldırılır, camilerde gezdirilir ve sevdiği iftariyelikler alınarak, ramazan heyecanının birlikte yaşanması sağlanırdı.
Devlet ise, ramazan ayı gelmeden aylık ihtiyacını karşılayan halkı, bu ürünleri satanların fırsatçı politikalarına karşı ezdirmemek amacıyla Narh Defteri tutardı. Bu deftere fiyatları düzenlenmiş ürünlerin bedellerini kaydeder ve uygulamanın denetimlerle yasal takibini yapardı.
Zimen defterleri uygulamasında da günümüzde sık olmamakla birlikte karşılaştığımız, yardım yapanın gücü oranında bakkalların veresiye defterinin tamamının ya da bir kısmının satın alınması esası vardı. Tarafların birbirinden haberdar olmadığı bu yardım türünde amaç hem Allah’ın rızasını kazanmak hem de yardıma ihtiyacı olanları utandırmamaktı.
Yine karşılıksız yardımın simgesi olan sadaka taşları vardı. Genellikle cami avlusunda, mezarlıkta olan üzeri oyuk bu taşlara sadaka bırakılır, isteyen ihtiyacı kadar olanını alır, sadakayı bırakan ve alan birbirlerini görmezlerdi.
Ayrıca ramazan ayının huzurlu geçmesini sağlamak ve özellikle umumi yerlerde uyulması gereken ahlak ve görgü kurallarını bildirmek için cami imamları ya da bekçiler aracılığı ile ramazan tembihnameleri ilan edilirdi.
Görüldüğü üzere kültürel mirasımız içerisinde yer alan geleneklerimiz, zaman içerisinde değişip, dönüşüme uğramış ya da silinmiştir. Toplumsallaşmadan uzaklaşmış bireysel tutum ve sosyal-ekonomik hayattaki kargaşa, gelenekleri muhafaza edememiştir.
Ve şimdi, geleneklerinden haberdar olmadan yetişen nesil, kültürel devamlılığı sağlamak konusunda boşuna bocalamıyor!