4 nisan 1788 yılında Thomas Andrew Wilson’ın, İngiltere’nin sessiz köylerinden biri olan Kimpton’daki evine bir mektup gelir. Mektup, Fransız Burjuvalardan biri olan Kont Hardouin Andre’den gelmektedir. Kont, 24 yaşındaki genç Andrew’a; ailesinin kaybından derin taziyeler dileyerek, onu Strazburg’daki evine kalıcı olarak davet etmektedir.
Andrew, mektuba cevap yazdı ve gelebileceği tarihi belirtti. Eski eşyalarını ve evini ucuz bir fiyattan elden çıkararak köylü tanıdıklarıyla vedalaştı. Tam da belirttiği tarihte bir at arabası ve ona eşlik etmek üzere gönderilen kâhya köy meydanında onu bekliyordu. Köylü onu gözyaşları içerisinde yolcu etti. Sonuçta yakışıklı olduğu kadar kibar ve çalışkan bir gençti.
Oldukça uzun bir yolculuk sonrası Büyük Britanya’nın sonuna gelmişlerdi. At arabasını devasa yolcu gemisine yükledikten sonra sorunsuz bir deniz yolculuğu yapmışlardı. Gemi rotasından şaşmadan tam vaktinde Fransa sularına giriş yaptı. Le Havre Limanı’na ayak bastıklarında tarih 19 Haziran Salı gününü gösteriyordu.
İki buçuk hafta içinde Kont’un Rouen‘da bulunan, Jeunes Amants Kalesi’ne vardılar. Kont Hardouin, Andrew’u geniş bahçesinin kapısında karşıladı. Kaleye varana kadar havadan sudan sohbet ettiler. Kont, Andrew’a yaşı, eğitimi ve ailesi hakkında çeşitli sorular sordu. En son da Andrew’un babasının yıllar önce yaptığı Fransa ziyaretlerinden biri sırasında; Paris’in tam merkezinde yaşanan çatışmada Kont’u, o henüz bir Kont değilken, kahramanca kurtardığından ve genç adam minnettarlığını ispatlamak için can borcu yemini ettiğinden bahsetti. Üstüne üstlük anne babasını da bu adam tanıştırmıştı.
Andrew bunca yıldır babasının zengin bir adamla mektuplaştığına inanılmaz şaşırmıştı. Neden kendisine anlatmadığını düşünüp durdu.
Kaleye vardıklarında birçok uşak etraflarında dört dönmeye başladı. Andrew’un çantalarını aldılar ve konuğu misafir salonuna buyur ettiler.
“Mr. Wilson’a bir şarap ikram edin.” diye emir verdi Kont. Güler yüzle Wilson’a döndü ve sordu. “Chianti, sever misiniz Mr. Wilson?”
Andrew nazikçe gülümsedi ve başıyla onayladı. Daha öncesinde ne Chianti ne de Rioja denemişti. Tek bildiği şarap köylü kadınların mor üzümlerden yaptığı şaraptı.
“Arzu ettiğiniz yere oturun. Birazdan size katılacağım.” diyen Kont, salondan ayrıldı.
Andrew henüz yanma vakti gelmemiş şöminenin önündeki kırmızı kadife berjere yöneldi. Bir yandan uşaklardan birinin getirdiği şarabı yudumlarken bir yandan da etrafı dikkatlice inceledi. Gözleri salonun diğer ucundaki kitaplığa dizilmiş altın kaplamalı satranç taşlarına takıldı. O sırada içeri birinin girdiğini duydu. Kafasını çevirdiği anda hayatında hiç karşılaşmadığı, hatta karşılaşmanın hayalini bile kuramaycağı bir kadın zarif ve güçlü adımlarla yanına yaklaştığını gördü.
Andrew bir anlığına kendinden geçmişti. Mavi gözleri olabildiğince açılmış, göz bebekleri ot kullanmışcasına büyümüştü. Kontrol edilemez bir dengesizlikle ayağa kalktı. Vücudunu dikleştirdi ve sarı saçlarını geriye attı. Önünde duran bu büyüleyici kadının elini tuttu ve naif bir öpücük kondurdu. Kalp atışlarından kafası o kadar karışmıştı ki dudaklarının arasından “Madam…” kelimesi çıkabilmişti sadece.
“Bienvenue, vous avez apporté la joile!” dedi kadın narin bir gülümsemeyle. “Mr. Wilson. Ne büyük bir onur. Sizinle tanışabilmek için sabırsızlanıyordum.”
“Sizin gibi harika bir kadın, benim gibi basit bir köy oğlanını tanımak için neden sabırsızlanır ki? Asıl benim için büyük bir onurdur bu!” dedi Andrew. Bakışları yumuşak, sesi derindi.
“Ah bir bilseniz! Buyrun oturun, öyle konuşalım. Bu da nedir? İçmeniz için basit bir Chianti mi ikram ettiler cidden? Kâhya! Çabuk buraya gel.”
“Lüzumu yok hanımefendi. Bu bile benim için fazladır. Zaten içmeye çok alışkın biri olmadım hiçbir zaman.”
“Lütfen, harika İrlanda viskilerimiz vardır.”
“Çok teşekkür ederim fakat sizinle ayık kafayla sohbet etmeyi tercih ederim. Benim için çok daha iyi olur.”
“En azından Bordeaux alsaydınız ya! Sohbet ederken en iyi giden şaraptır. İtiraz istemiyorum, lütfen.”
Kadın kahyadan iki bardak Bordeaux istedikten sonra karşılıklı oturdular ve kendilerini tanıttılar.
“Ben Kontes Henriette Elienor Anne Dupont. İsmimden de anlayacağınız gibi Kont Hardouin Andre Dupont’un eşiyim.”
“Thomas Andrew Wilson. İngiliz bir adamın İngiliz çocuğum.” Birkaç saniye düşündü ve gülerek ekledi. “Sanırım ekleyebileceğim başka bir şey yok.”
“Bir İngiliz’in sahip olabileceği en iyi Fransız aksanına sahipsiniz. Ne kadar da harika.”
“Teşekkürler Madam. Rahmetli annem soylu bir Fransız kadınıydı. Ondan bana kalan bir miras.”
“Ah evet sevgili Eleanor! Ne hoş ve nazik bir kadındı. Kaybınız için çok üzgünüm.”
“Teşekkürler fakat annemi tanıyor muydunuz?” dedi sesli bir şekilde Andrew şaşkınlığını gizleyemeden.
“Tabii ki! Annenizle Fransız soyluları için verilen bir davette tanışmıştık. İsimlerimizin benzerliği aramızda bir muhabbet başlatmıştı. Eleanor ve Elienor. Her ikisi da parlak ışık anlamına gelmekte. Tabii o zamanlar anneniz bir Lord’un kızıydı. Babası onun bir Lord ile evlenmesini istiyordu. Böylelikle ileride iyi bir Lady olacaktı. Fakat o babanız için sahip olduklarından ve olabileceklerinden vazgeçerek İngiltere kırsallarında yaşamayı tercih etti. Güzel ve güçlü Eleanor! Onun bu seçimini her zaman cesurca bulmuşumdur.”
Andrew, Kontes’in son cümlesinin sesinde sahip olunamamışlığın bir şeyin gizemli kıskançlığını sezdi. Hisleri güçlü bir delikanlıydı ve bu hikayenin görünenden uzun olduğunu hemen fark etti. Arka planda neler olduğunu öğrenebilmek adında Kontes’in ağzından laf alabilmek adına sordu.
“Açık konuşmak gerekirse annem Fransa’daki hayatından pek az bahsetti. Onu ne kadar tanıyordunuz Madam? Onun hakkında neler biliyorsunuz?”
Kontes konuşmak için dudaklarını araladığı sırada Kont’un keskin adımlarıyla içeri girmesi onu durdurdu.
“Ne yazık ki sorularınız bu akşamlık cevapsız kalacak Mr. Wilson. Oldukça uzun bir yolculuk yaptınız. Saat neredeyse on ikiyi vurdu. Şimdi gidip dinlenseniz çok daha iyi olur. Böylece yarın sabah yedideki kahvaltımıza yetişebilirsiniz.”
“Bu arada,” dedi Kontes araya girerek “Lütfen bana Madam diye hitap etmeyiniz. Ne bulunduğum konum, ne de olduğum kişilik Madam makamına layıktır. Mrs. Dupont demeniz yeterli.”
Andrew bir şey söylemek yerine kafasını olumlu anlamda sallamayı tercih etti. Oturduğu yerden kalkarak ona yol gösteren uşağı takip etti.
Ona verilen oda kalenin sağ kanadında en üst kattaki odalardan biriydi. Bu büyüleyici yerde yaşayacak olmak çok heyecan vericiydi. Özellikle de Mrs. Dupont’la birlikte.
Andrew’un içinde beliren Mrs. Dupont’a olan hayranlık ışığı, birden bire onun evli bir kadın olduğunu idrak etmesiyle sönüverdi.
“Sadece,” dedi kıyafetlerini değiştirirken. “Sadece kısa sohbetler edeceğim, o kadar.”
Yine de annesi ile ilgili olan hikayeyi yarın sabah kahvaltıda öğrenmeye kararlıydı. Andrew yatmadan önce odasının penceresine çıktı ve alabildiği kadar temiz havayı akciğerlerine doldurdu. Bu yeni yerde heyecanlı zamanlar geçireceğinden emindi.
~
Sabah saat tam yedide, Andrew bir uşağın eşliğinde yemek odasına gelmişti. Dört kişiden oluşan ev halkı sofraya çoktan oturmuş onu bekliyordu. Andrew dün görmediği iki genç kızı başıyla kibarca selamladı. Bunlar ailenin kızları, 15 ve 19 yaşındaki Rosalie Gabrielle ve Émilie Isabelle’di.
Kont, genç adamı masaya buyur etti ve kahvaltıya başladılar. Ne yazık ki Andrew soylu alışkanlıklarına sahip olmadığı için affallamaktan korkuyordu. Bu tür yerlerde hangi yemek için hangi çatalı seçeceğin, örtünü nasıl örteceğin, ağzın doluyken konuşmamak ve şapırdatmamak gibi kavramlar önemliydi.
Bunu fark eden Kontes o narin gülümsemesiyle ona rahat olmasını söyledi. Andrew, hem söylediğiyle hem nezaketiyle hem de derinden gelen sesiyle bu muhteşem kadından daha çok etkilenmiş, kalbinin atışlarına engel olamamıştı.
Kahvaltının ilerleyen dakikalarına Kontes’in de yardımıyla sıcak bir sohbete girmişlerdi. Özellikle Rosalie konuşmaktan hiç çekinmiyor, tüm konular hakkında fikir belirtiyordu. Onun aksine Émilie kafasını tabağına eğmiş, sessizce yemeğini yiyordu. Andrew bir anlığına bu iki kız kardeşin sadece kişilik olarak değil görünüş olarak da farklı olduklarını düşündü. Rosalie, sarışın ve mavi gözlü, hafif esmer, kıvrımlı bir vücuda sahipken; Émilie, simsiyah saçlı ve ruh gibi beyaz tenliydi. Vücudu bir deri bir kemik kalmış, yüzü çökmüştü. Gözlerinin hangi renk olduğundan emin olamamıştı çünkü kafası hep eğikti ve masaya bakıyordu.
Andrew gerçekten de kardeş olup olmadıklarını düşündü.
Sonunda kahvaltı sona ermişti fakat Andrew sormak istediği soruları soramamıştı. Bir şekilde, Kontes’in aile ortamına müdahale edecekmiş gibi hissetti. Ayrıca Kont’dan da çekiniyordu. En iyisinin onunla yalnız konuşmak olduğuna karar verdi.
Kahvaltıdan sonra Kont, Andrew’a kaleyi gezdirdi. Bir yandan kaleni tarihinden bahsediyor bir yandan da görkemli eşyaları nerelerden gettirdiğinden bahsediyordu. Andrew, duvarları süsleyen Hint halılarını, hem mutfakta kullanılan hem sergilenmek üzere vitrinlere dizilen Çin seramikleri, duvarlara asılmış muhteşem ebru sanatından resimleri, daha önce hiç görmediği Buda heykellerini hayranlıkla seyretti. “Bu heykelleri Asya gezim sırasında çok beğendiğim için getirdim. Yoksa ailemiz uzun yıllardır katoliktir. Belirtmeden geçemeyeceğim.” diye ekledi Kont. Ayrıca sülalesinin tablolarının sergilendiği devasa odayı da gezmişlerdi. Odadaki en büyük tablo Kont ve ailesine aitti. Andrew Kontes’in de bulunduğu resimi büyük bir coşkuyla inceledi. Tabii ki içindeki heyecanı dışarıya vurmamaya özen gösterdi.
Böylesine büyük bir kaleyi gezmek tabii ki de saatler sürmüştü. Kont cep saatini kontrol ettiğinde öğle uykusu vaktinin çoktan geçtiğini fark etti. Andrew’a döndü ve konuştu. “Ev halkı olarak öğle uykusuna yatmayı alışkanlık haline getirdik. Size tüm kaleyi gösterme heyecanından dolayı tamamen dalıvermişim Mr. Wilson. Öyle ki uykumun geldiğini bile fark etmemişim. Kusur görmezseniz şimdi uyumaya gideceğim. Siz de bu sırada biraz yalnız vakit geçirebilirsiniz.”
Andrew bunun sorun olmayacağını belirterek Kont’a hoş gezintiden dolayı teşekkür ederek iyi uykular diledi. O odasına doğru ilerlerken kendisi kütüphaneye gitmeyi tercih etmişti. Dolambaçlı kalenin yollarından ilerlerken Kont’un gerçekten kibar ve yardımsever biri olduğunu düşündü. Bu onu suçlu hissettirmişti.
Bu geniş kütüphane her çeşit ve dilde kitabın bulunduğu şahane bir yerdi. Okuma meraklılarının cennet diyebileceği türden huzur dolu bir yer.
Andrew henüz bir kitap seçmiş, pencerenin önündeki geniş sandalyeye uzanmıştı ki içeri büyülü endamıyla giren Kontes’in aurasını anında algılayarak ayağa kalktı ve kibar bir beyefendinin verebileceği en kibar selamı verdi. Gençliğin verdiği hormonal duygular istemsizce vücuduna nüfuz etmiş, az önce yaşadığı küçük çaplı vicdan azabını sert bir ayazın hafif bulutları dağıtması gibi alıp götürmüştü.
“Sayın Kontes.” diyerek kibar bir şekilde eğilerek selam verdi genç adam. Kadın da aynı şekilde karşılık verdi.
“Bonne après-midi. Nasılsınız Mr. Wilson?”
“Fazlasıyla iyiyim. Eşiniz beni iyi ağırlamaya çok özen gösteriyor. Bana güzel evinizin her bir santimini gezdirdi.”
“Tabii.” dedi Kontes kocasından bahsedilmenin verdiği rahatsızlığın oluşturduğu yüz ifadesini gizlemekten endişe etmeyerek. “Saat dört olmak üzere. Biliyorum ki siz İngilizler ikindinin bir vakti çay içmeye bayılırsınız. Biraz erken olacak ama dilerseniz biraz baş başa sohbet edebiliriz. Ne dersiniz?”
Andrew yaşadığı mutluluğu gizlemeye gerek duymayarak büyük bir mutlulukla bu nazik teklifi kabul etti.
Yaklaşık iki saat süren sohbetleri öylesine derindi ki ne çaylarından bir yudum almayı hatırlayabilmişlerdi ne de biraz sonra uyanacak Kont’u düşünebilmişlerdi.
Onun yerine birbirini açan konuların götürdüğü yere kadar gitmeyi tercih etmişlerdi. Fakat konuştukları tamamen havadan sudan meselelerdi. Andrew, Kontes’in ağzından annesi hakkında alabileceği iki söz dizisi onun için gerçekten önemliydi. Fakat başlattığı hiçbir konuşma hayal ettiği yönde gitmiyordu. Andrew en sonunda açıkca sormaya karar vermişti. Kontes’in bir şeyler sakladığı çok açıktı.
“Dün sormuştum fakat cevap alamamıştım. Hanımefendi, annemi ne kadar tanıyordunuz?”
Fakat o sırada ancak Andrew’un yaşadığı bir talihsizlik başına tekrar girebilirdi. Ailenin büyük kızı Émilie yanlarına geldi.
“Anne, babam sizi çağırıyor.” diye kısacık bir cümle kurdu. Kontes birkaç saniyeliğine Andrew’un yüzüne baktı. Sonrasında tek kelime etmeden kalkıp gitti. Böylece Émilie ve Andrew baş başa kalmıştı. Émilie ona döndü ve konuştu. “Babam size bahçeyi gezdirmediyse ben gezdirmeyi çok isterim.”
Hala uzaklaşan kadının arkasından bakan Andrew kızı başıyla onayladı. Böylece iki genç bahçede sakin bir gezintiye çıktılar.
Émilie bir yandan usta eller tarafından dikilmiş çiçekleri gösteriyor, bir yandan da onlar hakkında ayrıntılı bilgi vermeyi ihmal etmiyordu. Andrew sandığımdan daha çok konuşuyor diye geçirdi içinden. Çiçekler falan umrunda değildi. O Kontes’i düşünmekle meşguldu. Az önce geçirdikleri kısacık vakitte konuştukları tüm şeyleri kafasında tekrar ediyordu.
Keşke şurada şunu söyleseydim, keşke burada bunu demeseydim.
Kafasında tekrar tekrar canlandırdığı o konuşma kalbinin hızlanmasına yetiyordu. Hatta nasıl oldu da heyecandan bayılmadım diyerek kendisine şaşırıyordu.
Çok zarif bir kadın. Zeki ve marifetli görünüyor. Dudaklarından çıkan her bir kelime o kadar büyüleyici ki savaş yanlısı bir konuşma yapsa bile ona katılacakmışım gibi hissediyorum. Kıyafetleri üzerinde öylesine güzel duruyor ki. Hele yürüyüşü! Sakin ama kendinden emin. Daha önce hayatımda böyle bir kadını ne gördüm ne de duydum. Dilerdim ki yaşlarımızın yakın olduğu bir zaman çizgiside karşılaşmış olsaydık, dilerdim ki kalbimdeki bu ateşi fark edebilseydi, dilerdim ki evli olmasaydı!
“Gene de benim favorim papatyalar. Bence hiçbir çicek onlardan daha etkileyici olamaz. Narin ve masum bir güzelliği var. Tıpkı benim gibi. İnsanların favori çiçekleri onlar hakkında bilgi veriyor bence. Sizin en sevdiğiniz çicek nedir Mr. Wilson?”
“Güller.” dedi Andrew umursamazca. Kızla sohbet etmek istemiyordu fakat kaba görünmek de istemiyordu. Kız bunu gidip annesine anlatırsa, kadın onun kötü biri olduğunu düşünebilirdi.
“Ah evet tutkunun çiçekleri. Annemin de en sevdikleridir.”
Andrew bir anlığına kıza döndü ve “Gerçekten mi?” diye sordu. Kontes hakkında bilgi sahibi olmak onu mutlu etmişti. Kızın ağzından daha fazla bilgi almak amaçlı sordu. “Anneniz başka nelerden hoşlanır?” Evet bu soru çok açık dursa da Andrew ne bunu fark etti ne de umursadı. Tek bir amacı vardı ve buna hızlıca ulaşmak istiyordu.
Kız, bir anlığına annesi hakkında bilgi verdiği için pişmanlık yaşıyormuş gibi göründü. Fakat birkaç saniye sonra yüzü normale döndü ve genç adama bakarak “Atları gerçekten sever, çiçekler kadar olmasa da” dedi.
“Harika! Atlarınız var mı?”
“Elbette ki. İsterseniz sizi götürürüm. Fakat ondan önce çikolata kozmoslarını görmek istemez misiniz? O kadar güzel kokuyorlar ki. Ancak uzmanlar çekici görüntüleri ve kokuları yüzünden soylarının tükeneceğini düşünüyor.”
“Çok üzücü fakat elden bir şey gelmez. Her neyse atlar nerede?”
“Götüreyim.”
Günün geri kalanında Émilie tüm atları Andrew’a tanıtmakla geçirdi. Andrew, Kontes’le konuşabileceği bir konu hakkında bilgi edindiği için kızı dinlemekten sıkıntı çekmedi. Hatta seyis eşliğinde etdafta birkaç tur bile atmıştı. Émilie annesinin atını ona gösterdiğinde, Andrew simsiyah atı bir yandan hayranlıkla seyrederken bir yandan da Kontes’le geçirdiği zamanları düşünerek içten içe bir hayranlık duydu.
Hava karardığında akşam yemeği için eve dönerken Émilie havadan sudan bahsetmeye çalışsa da Andrew pek karşılık vermiyordu. Ne olursa olsun Kontes’in evli ve çocuklu bir kadın olduğunu aklından çıkaramıyordu. O an yanında konuşmakta olan kızın bu evliliğin bir sonucu olduğunun farkına vardığında ona karşı konulamaz bir nefret duydu. Bundan sonra kızın her bir parçasına kin besleyecekti.
Eve geldiklerinde ellerini yıkadılar ve yemek odasına geçtiler. Fakat bir terslik vardı. Yemek saatini çoktan yirmi üç dakika geçmişti ama ne Kont ne de Kontes masadalardı. Yemeğin keyfini süren tek kişi Rosalie’ydi. Önündeki yiyecekleri hiç de kibar olmayan bir biçimde ağzına sokuşturuyor, hoyratça tabağına daha fazla yemek alıyordu.
“Annem ve babamız nerede?” diye sordu Émilie.
“Ah tabii.” dedi Rosalie lokmasını zorla yutarak. “Burada değiller.”
Ağzına büyük bir ekmek parçası sokan Rosalie’nin lokmasını bitirmesini ve sözüne devam etmesini bekleyen ikili, bir yandan kızın neden bu kadar kaba davrandığını sorguluyorlardı.
“Gittiler. Topraklara. Bir sorun varmış galiba.”
Bunu duyan Andrew’un kalbi titremişti. “Tam açıklar mısınız lütfen Mss. Dupont.”
“Açıkladım ya. Bir sorundan dolayı topraklara acilen toparlanıp topraklara gittiler. Ne sorunu olduğunu bilmiyorum. Ben de uşaklardan duydum zaten. Konuşuyorlardı. Bana iş anlaşmaları için bir Kraliyet davetine katılacaklarını söylediler. Fakat yalanmış. Topraklarda bir sorun çıkmış.”
Hala bir şey anlamamış olan Andrew, Émilie’ye baktı.
“Topraklardan bahsetti tarım yaptığımız alanlar. Babamın işi bu. Toprakları köylülere kiraya veriyor. Toprakları eken köylüler hem kira parası hem de sattığı ürünlerden vergi alıyor. Önemli bir sorun çıkmış olmalı ki böyle apar topar gitmişler. Ne zaman döneceklerini biliyor musun Rosalie?”
“Sanırım üç ay kadar orada kalacaklar.”
Bunu duyan Andrew’un tüm vücuduna büyük bir ağırlık çöktü. Daha yarım saat öncesine kadar Kontes’le geçireceği zamanın hayalini kurarken şimdi onu üç ay boyunca göremeyecekti. Koskocam üç ay! Kalbi böylesine uzun bir sürecin geçmesine nasıl dayanacaktı. Birden tün iştahı kaçmıştı. Bir şey demeden odasına doğru yol aldı.
Andrew yatağına uzandığında Kontes olmadan geçecek üç ayı düşündü. Onunla henüz dün tanışmıştı fakat şimdiden onun hayatının anlamı olduğunu düşünüyordu. O anda Andrew bu zaman diliminde Émilie ile olabildiğince çok vakit geçirmeye karar verdi. Böylece Kontes hakkında her şeyi öğrenmeye karar verdi.
Dediği gibi de yaptı. Ertesi gün genç kızı beş çayı içmeye davet etti. Ertesi gün kütüphanede vakit geçirmeye, öbür gün bahçede yürüyüşe.
Andrew, kızın kendisine ilgi duyduğunun farkındaydı. Birçok kız duyardı. Her ne kadar İngiltere’deki delikanlıların dörtte üçü kendisi gibi sarı saçlı, mavi gözlü olsa da etkileyici aurasıyla kızların dikkatini çekmeyi başarırdı. Fransa da İngiltere’den farklı değildi. O da bunu kullanacaktı.
Kıza gerçekten katlanamadığı anlar olmuyor değildi. Özellikle de konunun annesinden bahsetmediği sürece sıkılmadan edemiyordu. Gene de Madam Henriette hakkında öğreneceği her bir bilgi, onu sıkıcı yüz konuşmata katlanmaya razı ediyordu.
“Annemin en sevdiği renk yeşildir.” demişti Émilie.
“Gerçekten mi? Fakat iki seferde kırmızı giyindiğini görmüştüm. En sevdiği renk olmalı diye düşünmüştüm.”
“Annem der ki eğer çok sevdiğin bir şey varsa onu sürekli kullanmak veya göz önüne koymak zorunda değilsin. Ben yeşil seviyorum diye hep onu kullanırsam özel bir yanı kalmaz onun.”
Ne kadar da ince bir düşünce diye içinden geçirdi Andrew.
“Senin de en sevdiğin renk mavi değil o halde. Hep bu renk elbiseler giyiyorsun.”
“Ah hayır gerçekten mavi en sevdiğim renk. Annem gibi değilim.”
Tabii diye düşündü Andrew, sende o incelik ne gezer?
Başka bir sefer de kütüphanede vakit geçirirken Émilie annesinin en sevdiği yazarın Shakespeare olduğundan bahsetti. Kendisi Goethe seviyordu.
Andrew oldum olası Alman’lardan hoşlanmazdı. Fakat Shakespeare… Kendi ırkından olan bu muhteşem adam ve eserleri… Kontes’den biraz daha etkilendi. Bu konuşmadan sonra Shakespeare’ın, okumadığı tüm eserlerini okuyacaktı.
Yazın ortalarına doğru Andrew git gide keyifleniyordu. Zengin bir ailenin mülkünde istediği gibi yaşamanın yanı sıra sevdiği kadın hakkında yeni şeyler öğreniyordu. Ayrıca Rosalie ve Émilie git gide eğlenmeye başlamıştı. Birlikte arabayla geziye çıkıyorlar, lüks yerlerde yemek yemeye gidiyorlar ve Kont ile Kontes adına bazı davetlere katılıyorlardı. Ne yazık ki bu Andrew’un zengin bir genç olarak geçireceği ilk ve son yazdı.
Üç ayın sonunda o berbat mektup geldiğinde üç genç verandada çay içiyordu. Émilie mektubu sesli olarak okuyarak diğerlerine anne ve babasının kış boyu dönmeyeceği haberini verdi. Andrew yıkılmıştı.
Gelen soğuk ve gri hava, azalan araba gezileri, tamamen biten davet ve partiler… Andrew o kış hafif bir depresyona girecekti. Fakat mutlu hissettiği anlar yok değildi. Şu anda güzel yemekler pişen, sıcak bir evde olmanın verdiği bir şansa sahipti. Odun kırmak ve her gün aynı çorbayı içmek zorunda değildi artık. Ayrıca Rosalie’nin onun için verdiği küçük müzikaller onun için evde keyifli vakit geçirmesi için yeterliydi. Onun çocuksu hareketleri Andrew’u güldürmeye yetiyordu.
Genelde keyfi yerindeydi. Fakat bir gün kütüphanede annesinin en sevdiği kitabı gördüğünde ansızın ağır bir vicdan azabı tüm benliğini sarıverdi.
Ailesi öleli henüz bir yıl bile olmamıştı. Fakat Kontes’in varlığı onu öylesine etkilemişti ki birden tüm üzüntüsünü unutuvermişti. Bunca zaman annesin değil başka bir kadının yokluğundan çektiği acı ona çok yanlış gelmişti.
Yine de bu durumu çok uzun sürmedi. Duyguları derinden yaşayan biri olmamıştı hicbir zaman. Belki de onu Kontes’e bu kadar çeken şey de buydu. İlk defa bir duyguyu en içten hissederek yaşıyordu. Yani en azından o öyle zannediyordu.
Neyseki yılbaşı gelmek üzereydi. Bu da tüm aile bireylerinin bir araya gelmesi demekti. Aralık ayına girdikleri andan itibaren Andrew’un içi tekrar neşeyle doldu. Kalede noel hazırlıkları başladı. Yeşil ve kırmızı süsler dört bir yanı kapladı. Evin en büyük salonun başucuna taze kesilmiş kocaman bir çam ağacı getirildi. Kalenin en ıssız köşesinde bile noeli anımsatacak bir ayrıntı vardı artık. Fakat en güzel yer bahçeydi. O güzel renkli ışıklar ve tatlı süslemeler, bahçeyi resmen bir festival alanına çevirmişti. Kalın kıyafetlerle ve bir bardak sıcak içecekle uzun akşam yürüyüşlerine çıkmak tadına doyum olmayan bir aktivite haline gelmişti.
Noele bir hafta kala Kont ve Kontes’in arabası kalenin sınırları içine giriş yaptı. Odasının penceresinden gelen arabayı izleyen Andrew aynasından bir kez daha kendini kontrol ederek çıktı ve verandaya doğru yol aldı. Bu güne özel en iyi giysilerini giymeye ve güzel kokmaya özen göstermişti.
Merdivenleri indikçe ve koridorlardan geçtikçe kalbin normal atış hızı yükseliyor, midesineki hareketlilik git gide artıyordu. Bu anı çok uzun zaman beklemişti.
Andrew, Émilie ve Rosalie yan yana durmuş kendilerine yaklaşan arabaya bakıyordu. Rosalie öyle heyecanlanmıştı ki sarı kurdeleli pembe şapkasını çıkardı ve sallayarak arabaya doğru koşmaya başladı. Bunu gören Kontes de ona aynı şekilde karşılık verdi. Araba durdu ve Kontes ile Rosalie birbirlerine doğru koştu. Ortada buluştukları anda sarılıp özlem giderdiler. İlk defa bu kadar uzun süre ayrı kalmışlardı. Oldukca duygusal ve tatlı bir andı.
Sonrasında el ele tutuşarak diğer ikisinin yanına geldiler. Andrew, o anda ne demesi ya da ne yapması gerektiğini bilemedi. Sadece Kontes’in gözlerine bakmakla ve başıyla selam vermekle yetindi.
Arkadan onlara yetişen Kont kızlarına sarıldı. Andrew o sırada Kontes’e doğru bakmanın doğru olmayacağını düşünse de kendini tutamamıştı. Kont kızlarıyla özlem giderirken Andrew de Kontes’in elini kibar bir edayla öptü.
Kontes “Sizi tekrar görmek güzel Mr. Wilson. Sizi ağırlamak için yeterince duramadığımız için özür dileriz. Umarımki kızlarla iyi vakit geçirdiniz. Rose çok şımardı mı?”dedi.
Kadının hafif şakacı tavrı Andrew’nun çok hoşuna gitmişti.
“İkisi de çok kibar ve misapirververdiler. Teşekkürler.”
“Ehh tabii fakat artık misafir sayılmazsınız.” dedi Kont ona dönerek. “Hadi artık içeri girelim. Burası Fransa’nın en soğuk yerinden bile daha titretici. Gerçi siz Londra’lı sayılırsınız. Soğuğa alışkınsınızdır.”
“Öyle sayılır.” dedi Andrew gülümseyerek. “Yine de şu anda içeri girmeyi tercih ederim.”
“Çay demlemelerini isteyeceğim.” dedi Émilie içeri girerken. Rosalie onun arkasından koşarak eve girdi. “Çay hazır olana kadar özel kurabiyelerimden yapacağım.”
Kont ve Kontes arkalarından bakarak gülümsediler. O an gerçekten de mutlu bir aile tablosu çiziyorlardı.
Bu her ne kadar Andrew’un hoşuna gitsede içindeki kötü tarafın kıskançlıkla dolmasına engel olamadı. O an bu hayattan ne kadar uzakta olduğunu düşündü. Hem bir çocuk hem de bir erkek olarak. Bir yandan ev sahipleri nazikti ama sonuçta kendi ebeveynleri gibi olamayacaklardı. Diğer yandan da Kont’un bulunduğu konumu deliler gibi kıskandı. Kontes’e çoktan sahip olmuştu. Bunun haksızlık olduğunu düşünmüştü çünkü onunla aynı zamanda ve yerde doğmamış olması onun suçu değildi. Hem tamamen farklı insanlar olmasına hem de onunla karşılaştırarak acı çekmesine sebep olan şeye nefretle doluvermişti.
Yine de hiçbir şey belli etmedi ve yüzüne bir gülümseme yerleştirerek ev sahipleri ile birlikte içeri girdi.
Yolculuğunuz nasıldı, işleri yoluna koyabildiniz mi gibi nezakten sorduğu soruların cevaplarının bir an önce bitmesi için sabırsızlanıyordu. Bu tür konuşmak için yapılan konuşmalardan hoşlanmıyordu. Tamamen düz bir samimiyetle ve ilgilenmediği cümlelerle özellikle programlanmış bir makine gibi davranmak can sıkıcıydı. Tabii bu Kont veya Kontes’le olan kişisel bir sebep yüzünden değildi. Herkese karşı böyleydi. Yine de Kontes’i yeniden görmenin mutluluğuyla tüm bu konuşmayla sabırla katlandı. Neyse ki konuşmayı bitirebilmek için kurabileceği en mantıklı cümleyi kurdu.
“Uzun bir yoldan geldiniz. Şimdi dinlenmeniz çok daha iyi olur. Sizi meşgul ettim.”
“Ah kızlarımın çaylarını beklemem daha güzel olur. Dinlenmek için daha iyi bir yol bana göre.” dedi Kontes.
Böylece normalinden daha uzun bir bir çay saati neşeyle geçti. Émilie bile neşeli görünürken, Rosalie normalde olduğundan iki kat konuşkan oluvermişti. İki ebeveyn kızlarıyla özlem gidermeye devam ederken Andrew müsade isteyerek odasına çıktı. Nedense o anda orada fazlalık gibi hissemişti.
Odasına döndü ve bir süre pencereden rengarek bahçeleri, büyükçe bir alanı kaplayan at çitliğini ve sonu görünmeyen tür tür ağaçların oluşturduğu bahçeyi seyretti. İçinde rahatsız edici bir boşluk oluştu. Buraya geldiği günden beri bir kere bile yabancı biri hissetmemişti. Aksine her bir günleri eğlenceli ve mutlu geçmişti.
Yavaş bir edayla kıyafetlerini çıkardı ve yatağa girdi. Her insan gibi o da uyuduğu zaman tüm kötülüklerin son bulacağını zannediyordu.
Bir hafta; aile gezileriyle, birkaç davetle ve alışveriş yapmakla geçti. Noel aile üyeleri ve kalenin hizmetkarlarıyla birlikte kutlandı. Bu yoğun haftada Andrew tek bir kere bile Kontes’le yalnız vakit geçirebilme şansını elde edememişti. Aslında bunun sebebi biraz da kendisiydi. Birden bire onunla yalnız kalmadaktan korkar olmutşu.
Bunun yerine onu uzaktan izlemeyi tercih etti. Her bir hareketi, her bir kelimesi ona giden bir yoldu sanki. Geceleri yatağına uzandığında onunla yaşayabileceği bir hayatı hayal ediyordu. Tüm hevesi ve şehvetiyle onu düşünüyor; sabah olduğunda ise kadının ailesi ile olan yaşamını görmezden gelerek geçen geceki düşlerinden pişman olup kötü hissetmemek için elinden geleni yapıyordu.
Öte yandan güzel günler geçirmiyor da değildi. Émilie ve Rosalie ile eğlenmeye devam ediyordu. Andrew böylesine lüks bir yaşamı daha öncesindene görmüş ne de hayal etmişti. Tüm bu şatafatlı hayat ona geçmiş yorucu yaşamını unutturuyordu. Ailesinin ölümüne üzülmüyor değildi. Aynı zamanda bunu içine dert edecek biri de değildi. Zaten hızlı yaşa genç öl felsefesini benimsemişti. Bir şeylere üzülecek veya pişman olacak vakti yoktu. Yaşayabileceği kadar iyi bir hayat yaşamalıydı. Kontes’in aşkı onu yanıp bitirmese bu yaşamın tadını daha iyi çıkarbilirdi belki. Ancak yaşamın tadının kendisi olduğu konusunda inatçı ve ısrarcıydı.
Yine de ara ara yapılan göndermeler, flörtler ve sohbetler de bir yere kadardı. Andrew’un sıkılıp vazgeçmesi an meselesiydi. Fakat büyük aşkların bu kadar hızlı bitmediği konusunda kendini zorluyordu. Ergenlik yıllarında çok fazla Shakespeare okumuştu. Kendisini Romeo ve Jüliet hikayesine kaptırmıştı. Ne yazık ki aşk sahneleyebileceği bir tiyatro oyunu değildi. Kendini bu oyuna birkaç ay boyunca kaptırmaya devam etti.
Andrew, Émilie’den Kontes hakkında daha çok bilgi almaya devam etti. En sevdiği yemeği, favori atının hangisi olduğunu ve kütüphanedeki favori kitaplarını öğrenmişti. Özellikle de kendisi gibi bir Shakespeare hayranı olması ona alan aşk ateşini deli gibi körüklemişti.
Andrew’un ayı lüks şeyler içinde geçen hayatı 1789 yılının Mart ayında bulduğu kendisine yazılan kısa notlarla değişivermişti.
Büyük Kale’nin büyük kütüphanesinde geçirdiği sessiz saatlerden birindeydi. Kendini kaptırdığı oyunu tekrarlamak için ırkının gururu Avon’un Ozanı için ayrılan özel bölümde geziniyordu ki gözünde daha önce görmediğine yemin edebileceği bir kitabı gördü. Farklı ve daha önce görmediği bir şekilde ciltlenmişti. Zarar vermemek için dikkatlice raftan çekti ve sıkı sıkı tuttuğu kitabı masaya kadar taşıdı. Cildi incelemek yerine direkt olarak içine karar verdiğinde hayatında ailesinin ölümünden sonraki en büyük şokunu yaşamıştı.
1782 yazında, 17 yaşının ortalarında görmüş olduğu; İngiltere’nin ilk müzesi olan British Museum’da sergilenen ve daha sonra dış güçler tarafından çalındığı iddia edilen, Büyük Yazar William Shakespeare’ın tek el yazması, parmaklarının arasında bir insan kadar canlı bir kitap kadar ölü duruyordu.
Asla unutmazdı, unutması mümkün bile değildi. Nerede görse tanırdı bu hayranlıkla okuduğu yazarın birebir elinden çıkmış bir eseri. Onu görmeye o kadar çok gitmişti ki sayfaların kırışıklıklarını gözü kapalı bile gösterebilirdi.
Ancak o an buna sevinemeyecek kadar korkmuş ve meraklanmıştı. Çalındığı açıkca bilinen bu eserin, başka bir ülkede böyle bir kütüphanede açıkca bırakılması aklının kendisine bir oyunu olmalıydı.
Çok geçmeden Andrew’un kağıtların arasındaki fazlalık kabarıklığı fark etti. Özenle değiştirdiği sararmış sayfaların arasından yeni olduğu açıkca belli olan kısacık notu buldu.
Evet devamını yazmaya üşendim şimdilik bu kadar.