Hepimiz, bu hayat tuzağının içindeyiz.
Kendi içinde herkes düşünüyor ki, her şey faklı olacak. Başka bir şehre gidecekler, sonsuza kadar arkadaş olacakları insanlarla tanışacaklar, aşık olacaklar… Ve tamamlanmış olacaklar. Bir de sonuca bağlanmak var. İkisi de her ne boksa artık. Bu hayatı doldurmak için uydurulmuş boktan şeyler.
Sona ermediği sürece, hiçbir şey hiçbir zaman tamamlanmaz. Hayır hayır… Hiçbir şey hiçbir zaman bitmez. ‘Tünelin ucunda bir ışık bekleme’ yanılgısı bu.
Binlerce hayatın sonunu gördüm. Genci, yaşlısı…
Her biri gerçekliğinden fazlasıyla emindi. Duyumsal tecrübelerinin oluşturduğu, amacı ve anlamı olan özel bireyler. Her bir beden dürtülerinden, biyolojik bir kukladan fazlası olduklarına o kadar emindiler ki! Ama gerçek, er ya da geç ortaya çıkar ve herkes görür. İpler kesildiğinde herkes aşağı düşer. Tüm o işe yaramaz danslar, yorgun zihinler, arzuyla cehaletin çarpışması… Zaman, ölüm ve beyhudelik hakkında konuştuğumda bahsettiğim şey tam olarak da buydu işte. Çoğunlukla, toplum olarak ortak illüzyonlarımız bunlar.
Aralıksız olarak on dört saat cesetlere bakınca düşündüğünüz şeyler bunlar oluyor. Böyle bir şey yaptınız mı hiç? Gözlerinin içine bakarsınız. Resimde olsalar bile -ölü ya da diri fark etmez- yine de anlayabilirsiniz. Ve ne görürsünüz biliyor musunuz? Ölümü, iyi karşılamışlar.
İlk başta değil belki. Ama tam orada, son anlarında aşikar bir rahatlama. Çünkü korkuyorlardı. Ama sonra, ilk defa gördüler; her şeyi bırakmanın ne kadar kolay olduğunu. Ve gördüler o son nano-saniyede, ne olduklarını. Sen. Kendin. Büyük drama, hiçbir zaman küstahlık ve aptal arzulardan ibaret geçici bir çözümden başka bir şey değildi ve öylece bırakıp gidebiliyorsun, hayatına o kadar sıkı sıkıya tutunmak gerekmediğini görerek. Fark ediyorsun ki, hayatın, sevgin, nefretin, hatıraların, acıların, mutlulukların hepsi aynı şeydi. Hepsi bir rüyaydı. Kilitli sakladığın bir rüya. İçinde insan olduğuna, kişi olduğuna dair bir rüya.
Her neyse… Neden geçmişte yaşamak isteyeyim ki?
Artık hiçbir şey bilmek istemiyorum. Hiçbir şeyin çözüme ulaşmadığı bir dünya bu.
Bir keresinde biri bana demişti ki, zaman düz bir çemberdir. Yaptığımız ya da yapacağımız her şeyi tekrar yapacağız. Tekrar. O küçük çocuk ve o kız, o odada olacaklar. Tekrar… ve tekrar… ve tekrar… Sonsuza dek.
Şöyle izah edeyim: Bu evrende zamanı doğrusal ilerliyormuş gibi yaşarız. Ama uzay-zamanımızın dışında dördüncü bir boyuttaki perspektifte zaman olmazdı. Eğer o perspektiften bakabilseydik görürdük ki, uzay-zamanımız basık bir halde. Basık ve donuk bir halde. İlerlemiyor. Hareket etmiyor. Aynı uzayda üst üste binen, maddeden yontulmuş bir heykel gibi. Bilinçliliğimiz, bizdeki arabalar misali, hayatlarımız da daireler çiziyor. Bizim boyutumuzun dışındaki her şey -ki bu da sonsuzluk oluyor- bize bakan bir sonsuzluk. Şimdi, bu bir küre, ama onlar için düz bir çember. Zamanın olmadığı sonsuzlukta hiçbir şey büyüyemez. Hiçbir şey gelişemez. Hiçbir şey değişemez. Ölüm, zamanı yarattı. Öldüreceği şeylerin büyümesi için.
Ve siz, tekrar hayata geliyorsunuz. Ama aynı hayata. Hep doğduğunuz hayata. Merak ediyorum, bu yazıyı ilk defa olarak, kaç kere okudunuz acaba?
Yaşantılarınızı hatırlamıyorsunuz. Yaşantılarınızı değiştiremiyorsunuz. İşte bu da tüm hayatın korkunç ve gizli kaderidir. Kapana kısılmışsınızdır.
Her uyandığınızda, kendinizi içinde bulduğunuz kabus tarafından.
-Rust C. (True Detective dizisinden)