Gökyüzündeki her şey, benim bilmediğim bir sırrı biliyor gibiydi. Bu yüzden her parladıklarında ve atmosfere girip parçalandıklarında o kadim sırrı emmek istercesine gökyüzünü izliyordum. Sonra supernova görme sevdasına tutuldum. “O muhteşem ana şahit olayım, sonra ölsem de olur.” diyordum. Çok sonradan öğrendim ki, supernova yıldız ölümüymüş. Ve ben çağımdaki çoğu insanın aksine birinin, bir şeyin ölüm anını izlemekten zevk almam, alamam.
Çocukken izlemeyi en çok sevdiğim, içimi ümitle dolduran annemin “hadi her kayan yıldızla birlikte dilek tut” dediği meteor yağmuru bu kez sonumu, sonumuzu getiren bir felaket olacaktı. Her şeyde öyle değil miydi zaten… Yarının güneşli günlerine inanmanı sağlayan her şey ve herkes, bir gün sonunu yazan el olmuyor muydu?
Kıyametten 5 gün önce… Dünya kan kırmızı… Kızıl gökyüzü ve su. Bitki bulamadığı için etobura dönüşen hayvanlar… Katliamlar, cinnetler, kıtlık… İnsanlar iki gruba ayrıldılar. Birinci grup stokluyor, hayatta kalmanın yollarını arıyor, sığınaklarını genişletip sağlamlaştırıyor; diğer grup ise bu çırpınışların boşuna olduğuna, nasıl olsa gebereceklerine inandıkları için son günlerinin tadını çıkarmaya bakıyordu.
İbadethaneler dolup taşıyordu. Umarsızca işledikleri günahların kefaretini ödemeye çalışanlar; cami, kilise ve sinagoglarda yatıp kalkıyorlardı. Her dinde ibadet edip işini garantiye almaya çalışanlar da vardı, dünyanın sonuna beş kala inancını kaybeden de… Din alimleri(!) vardı televizyonlarda bangır bangır. Hepsi ben demiştim edalarıyla kıyamet alametlerinin bir bir gerçekleştiğini, kaçınılmaz sona karşı bizi uyardıklarını ama umursamadığımızı söyleyip duruyorlardı. Tüm meslek erbapları, devlet başkanları da dahil olmak üzere, dünyanın sonunu bekliyorlardı ama misyonerler kıyamete beş kala bile çalışıyordu. Hepsi hak dinin kendilerininki olduğunu savunuyor, dinlerine davet ediyorlardı son defa. Ne de olsa din tüccarlığı dünya tarihindeki en eski meslekti.
Kıyametin tam tarihini son bir ay kala fark etmiştik ve ilk iki gün bütün dünyanın kulaklarında siren sesleri çınlamıştı. Sonra kıyamete karşı önlem alınamayacağını anladıkları zaman kesilmişti sesler. Tüm ülke bayrakları yarıya indirilmişti. Ben ise kumsala uzanmış sigaramı içerken dünyanın ne kadar cömert, sabırlı ve hoşgörülü bir gezegen olduğunu düşünüp, ona yaşattığımız her kötü an, her acı, her facia için, gördüğü tüm savaşlar için bütün insanlık adına ondan özür diliyordum.
Sel olsa yükseklere sığınır, heyelan olsa yükseklerden kaçardık. Ama bu kıyametti ve insanoğlu kıyametten nasıl kaçılabilir bilmiyordu.
En eski atalarımızın içgüdüleri ile hareket edip mağaraların felaket geldiği anda en korunaklı bölgeler olduğuna karar vermiş, akın akın mağaralara yerleşmiştik. Mağara sayısı insan popülasyonunu karşılayamayınca mecburen tanımadığımız insanlarla 50-100 kişilik koloniler halinde mağaraları mesken tutmuştuk. Bu da iç çatışmalara, hırsızlıklara ve koloni liderliği için yapılan kanlı düellolara sebep olmuştu. Siyaset hâlâ konuşuluyordu mağaralarda ateşin etrafında. Sürekli söylenti çıkarıyorlardı: “Parası olan Mars’a kaçtı. Bizim gibi garibana da mağaralarda kıyameti beklemem kaldı.”
Dünyanın sonunu hep volkanların getireceğini varsaymıştım. Dünya üzerindeki bütün aktif ve sönmüş volkanların aynı anda patladığı rüyalar görürdüm; herkesin kaçıştığı, benimse lavları hayran hayran izlediğim. Aslında mutsuz bir çocuk değildim. Sadece mutlu değildim. Annemden, “yalan söylemek kötü diyorsun, kendin söylüyorsun” dediğim için yediğim dayaklardan sonra kefaretimi ödediğim karanlık odalar… Evet, bu dünyada yanlış giden bir şeyler vardı ve bu düzen beni daha küçük yaşlarda hasta etmişti.
Bu bir bilim kurgu filmi değildi, kaslı yakışıklı bir kahraman gelip kırmızı butona basıp meteorun yörüngesini değiştirip tüm insanlığı kurtarıp alkışları toplamayacak, fıstık gibi bir kadını öperken ekranda ‘the end‘ yazmayacaktı. Her inançtan ve ülkeden bilim insanlarının tarihte ilk defa ortak bir kanısı vardı: 5 gün sonra saat 14.03’te kıyamet kopacaktı. Ülke hükümetleri kriz masası mantığında kıyamet masası oluşturmuşlardı ama kimse toplantıya gitmemiş, ailelerine sarılıp sessizce beklemeyi tercih etmişti. Belki de kıyamet devrimcileri doğru söylüyorlardı: Parası olanlar Mars’a kaçmışlardı.