Derin bir çukur kazıp toprağa, suda uyuyan balıklar gibi sermek istiyorum yorgun bedenimin kemiklerini. Yesin bütün bakteriler, solucanlar etimi içten dışarıya. Yaşarken de yemiyorlar mıydı zaten, obur burjuvalar, ciğeri beş para etmez politikacılar, iki yüzlü soytarılar gibi her gün dikte ederek kendi fikirlerini ve yaşam tarzlarını? Onların gözünde işlenip sürülecek mahsuldük her birimiz. Gelin çiğneyin bedenimi, çıkarın suyunu, kullanırsınız belki kurduğunuz o görkemli ve sorunsuz işleyen dünyanıza yakıt olarak. Sönmeyen yangınları var dünyanın. Savaşmak istemiyorum artık. Yorgunum. Ne yapabilirim ki zaten, zamanın bana ördüğü geçilmez ağların yapışkan sicimleri sarmışken zihnimi?
Karanlık çağdaki topraklara hapsolmuş zavallı ruhum benim. Yalancıların, zorbaların ve iki yüzlülerin bataklığı içine gömülen, çırpındıkça batan battıkça çırpınan hüzünlü ruhum. Ulaşmazken bile Tanrı’nın eli sana, duymazken çığlıklarını buradan, kimden medet umabilirdin başka? İnsanlardan mı, kendinden mi? Yalanlara sarılıp uyumak tatlı geliyor, gerçeğin beyaz ışıkları acıtmasa gözlerimi. Belki, uyumak… Ve bir daha hiç kalkmamak… Ölmeyi de beklemem aslında kargaların çekeceği ziyafet için benden, gelip kanlı lokmalar alsınlar yaralı bedenimden.
Yumuşakçalar gibi gerinip şişen denizin insandan daha korkunç olmayan yaratıkları, alın beni de aranıza. Okyanusun en derin noktasındaki basınç bile bundan daha fazla olamaz, patlatmazdı herhalde ciğerlerimi, her nefesimde içimi dolduran ölümden ve hayat denen o acı verici yükün omuzlarımdaki baskısından patlamadıysa ciğerlerim. Her gün başkasının acısına uyandıysa gözlerim, yakamazdı dünyanın hiçbir tuzlu suyu onları artık.
Yıldızlara kadar uzanan zihnim, bırakmanın vakti geldi. Var git sen de yoluna, bırak bu işe yaramayan zavallı ruhu. Ne melekler kurtarabilir seni ne de çöl azizleri Tanrı’nın. Ne de uğruna savaş verdiğin fikirleri savunan insanların ataları alıp götürebilir seni bu cehennemden. Cehennem bile daha adil geliyor kulağa, yaşamaktansa bu topraklarda.
Anlık heveslerin savurduğu boş ürünleriz hepimiz bu dünyada. Kapalı kapılar önünde dilenen ruhlarımızla dolanıyoruz yönünü bilmez bulutlar gibi. Birinin gelip yerimizden kopartmasını bekleyen solgun çiçekleriz, kaptırmışız kendimizi kaderin rüzgarına. Tek başımıza kalmaktansa en güzel yerinde evrenin, çürümüş topluluklara veriyoruz kaldırım yosmaları gibi kendi özgürlüklerimizi. Bir sıçanın vicdanı kadar rahat bir kaygısızlık hali içinde yaşadınız pişmanlıklarınızı. Şimdi zaman, hiç var olmamış gibi karşınıza çıktığında ansızın, ürpermekten öteye gitmeyecekse zihniniz, karanlık korkusuyla kaplanacaksa ruhunuz, artık ne yaşamın tadı kalmış olur ne de aşkın rüzgarı sizi coşturur.