Gözle görülemeyecek kadar küçük bir virüs, tüm dünya insanlarını birden durup düşünmeye sevk etti!
Birdenbire “ölüm korkusu” insanların dimağlarına çöreklendi kaldı.
Sanki daha önce de insanlar ölmekten korkmuyorlar mıydı?
Öyle bir yaşam ritmi tutturmuştuk ki… Arkamıza bakmaya, soluklanmaya bile fırsat bulamıyorduk.
Küresel dünyanın albenisi altında soluksuz bir yaşam: Bitirilecek işler/ödevler… Tamamlanacak projeler/planlar… Daha birçok şey…
Teknolojik aygıtlar yaşamlarımızı sarmalamıştı.
İnsan ömrünü uzatmak için tıbbî faaliyetler hiç olmadığı kadar hız kazanmış, yenilemeyecek denilen birçok hastalığın tedavisi bulunmuştu.
* * * *
Ne oldu? Yaşamın akışına ve düzensizliğine kendimizi kaptırdık. Büyü bozuldu. Apansız geliveren virüs, şu dünyada hemen hemen herkesin en çok korktuğu “gerçekle” yüzleşmesine neden oldu:
Ölümün soğuk nefesi!
Modern zamanların modern bireyi, hayatını ve zamanını hoyratça harcarken…
İşte böyle bir şey!
Yüzleşmek. Gerçeklerle yüzleşmek.
Evet, daha önce de insanlar yaşam sonrasını düşünüyordu. Ölümden tedirginlik duyuyordu. Sanırım, şuanlarda yaşanan ölüm korkusu ve tedirginliği daha “gerçekçi”! Mikrobiyolojik bir organizma, insanlığı hiç beklemediği anlarda ve hiç tahmin etmediği bir zamanda yakaladı.
İnsanın tabiî bir husus karşısında tedirginlik duyması veya korkması çok doğal. Ne olursa olsun, yaşam sonrası, meçhul bir zamana tekabül etmekte. Ne ki işte insanın doğadaki farkı burada ortaya çıkıyor: Sonunu bilse bile, umut etmekten vazgeçmemesi!
Hayat ne olursa olsun, yaşamaya “değer”.