Bazen çevremde eksilen insanlara baktığımda, yaşımın genç olmasına rağmen, hayatın hiçliği üzerine daha fazla düşünmem gerektiğini anlıyorum. Dost ve yakın çevre kategorisine giren birçok insan, eylül yaprakları gibi toprağa düşüyor…
Otuzlu yaşlarımdayken, teyzemin rahmetli kocası, eniştem bir gün bana şu soruyu sordu: “Murat, 30 yaşındasın ve hayattan ne anladın?” Cevabım öyle ilginç veya derin felsefe içeren şeklinde olmadı. Tabi ki hiçbir şey anlamadığımı söyledim. Ve yeniden ekledi, ben 60 yaşındayım, ben de bir şey anlamadım. Bir o kadar daha yıl yaşasak yine bir şey anlamayacağız dedi.
Gerçekten haklıydı! Şu an geldiğim yaş itibariyle hala hayattan bir şey anlamış değilim. Ve hangi yaşa gelirsem geleyim, yine de bir şey anlamayacağım kesin.
Acaba arızalı olan ben miyim, diye düşünmüyor değilim ama eniştemin sözlerine baktığımda, benim ve onun gibi düşünen insanların varlığının da olacağıydı…
Ölmüş yakın dostlarıma baktığımda, yaşadığımız günleri anımsadığımda, hayatın avuçlarımızdan su gibi akıp gittiğini görebiliyorum. Gün ve gün de hayatımızdan, sevdiklerimiz ve yakın dostlarımız eksiliyor. Su gibi akıp gidiyorlar. Sonra geriye dönüp baktığımızda, bu acayip durum nedeniyle hayattan bir şey anlamadığımızı görebiliyoruz.
Çalışmak için yaşadığımız bu dünyada; bazen seküler, bazen kadim kitap bilgileri ile kendimize ruhsal gıdalar alıp, bir huzur bulsak da aklımızdaki ortak sorular eksilmiyor. Bu sorulara hiçbir zaman cevap bulamadığımız gibi, bu sorulara cevap bulduğunu yazanlara da tam anlamıyla güvenemiyoruz. Güvensek de bir şüphe kırıntısı ile…
Daha ne kadar yaşarım bilmiyorum ama kalan hayatımda da yaşadığım günlerden pek bir şey anlamayarak, toprağın altına gireceğim kesin.
Bu bağlamda, özürlü kardeşlerimiz aklıma gelmiyor değil! Ya onlar için? Hayat daha çekilmez ve çile dolu değil mi? Hayattan anlayabildikleri, sadece hayata tutunmaktan öte mücadele değil mi?
Kendimizi bir şekilde kandırıp, umut sosuyla bu hayatı yaşanabilir kılmaya çalışıyoruz. Ya siz ölmüş dostlarım. Aramızdaki o ortak hedefler, düşünceler ve gelecek planlarımızın umudu vardı, değil mi? Onlar da sizin ile birlikte toprağın altına girdi. Ölümün o soğuk yüzü gibi… Hayatımın diğer yanına giren kocaman bir karanlık, umutlarımın üzerinde hep kendini hissettirerek. Her umut ve heyecanda, ankisiyetem kendini hatırlatarak.
Belki de bu bir şans! İronik olarak hayata yeni bir bakış açısı yakalamama neden oldu. Eniştemin o sorusunda olduğu gibi, geçen zamana geriye doğru bakıp, hayatta anlayabildiğim tek şeyin bir gün gelip, elimi tutup götürecek olan ölüm. Yanımızdan hiç ayrılmayan ve bize her gün yaşadıklarımızla kendini hatırlatan ölüm, yaşamın bir sonucu. Bir dostumun dediği gibi; anne karnına düştüğümüz günden itibaren çürümeye başlıyoruz. Çevremizdeki yaşlı insanlara bakın. Kokularının nasıl değiştiğini, bedenlerinin bir sebze- meyve gibi çürümeye başladığını göreceksiniz.
Tekrar eniştemin sorusuna dönersem, şu an o soruyu bana sormuş olsa, 30 yıllık bir çürümüşlüğüm var derdim. Ve hala da çürümeye devam ediyorum, herkes gibi…
Ölen sevgili dostlarım, sizler fazla çürümeden ama başka nedenlerle bu hiçlikten göçtünüz. Bu, çürümenin yanında, hayatta başka ölümleri, nedenleri hatırlatıyor insana. Bizim bugünlerde yaşadığımız virüs salgını gibi örneğin. En azından sizler, bizim gibi paranoyak olmadan öldünüz!
Ankara, 22 Aralık 2020