Yatılı Bölge Okulu anılarım depreşti. Kronolojiyi boş verdim şimdi. Yatılı okula ilk girdiğim günü dün gibi hatırlıyorum. Amcam beni okula bırakıp İstanbul’a gittti. Ben tek başıma duvar dibinde dikiliyordum, önümde abimden kalma eski bir kırmızı valiz. Ertesi gün yine tek başıma avare avare dolaşıyordum. Birbirini tanıyanlar vardı, ben hiç kimseyi tanımıyordum. Her ‘Hüseyin’ diye seslenildiğinde beni tanıyan biridir, belki de bir arkadaştır diye dönüp bakıyordum; yabancı yüzlerle karşılaşınca hayal kırıklığına uğruyordum. Sonra anladım beni tanıyan kimse yok. ‘Hüseyin’ seslerine aldırmamayı öğrendim. Sonra yürürken arkamdan ‘Hüseyin’ diye bir ses duydum yine, aldırmadım; yürümeye devam ettim. Arkamdaki ses ısrarla; ‘Hüseyin’ diye seslendi, yine aldırmadım. Üçüncü defa yine aynı sesi duyduğumda dayanamayıp arkama baktım. Okulun girişinde kapıda uzun ince boylu ve kasketsiz haliyle babamı gördüm. Babamı beklemiyordum. Babam İstanbul’da tedavi oluyordu. Babam birer yıl arayla dedemi yani babasını ve annemi kaybetmiştik. Koşup babama sarıldım.
-“Sen İstabul’da tedavi görüyordun baba neden geldin?” dedim.
-“Seni görmem bana yeter. Benim ilacım sensin oğlum.” dedi.
Babama daha sıkı sarılırken göz yaşlarımı saklamaya çalışıyordum. Bu okulda benim ilk ağlayışımdı… İnsan bir hafta içinde alışıyormuş okula. Zaten bu bir hafta içinde üst sınıftan komşu köylü çocuklar buldu beni yine bir duvar dibinde. Beni tanıyan Hasan yanındaki Namık’a ‘bu Hüseyin’ demişti ‘Timisi’li’. Namık ‘ya’ dedi sadece. Yaklaştılar bana. O sırada ağlıyordum yine sessiz sessiz.. ‘Üzülme’ dediler ‘bir haftada alışırsın bu okula’… Sonra volta atmayı öğrendim. Dört beş arkadaş yan yana dizilip sohbet ede ede bir uçtan bir uca yürüyorduk. Muhabbeti koyu olan ortada oluyordu genelde. Ben yürürken ayağımı yere sürüp yerden toz kaldırıyordum. Namık uyardı, yürüşümü düzelttim. Voltamızın hapishanedeki voltalardan farkı bizim alanımız genişti ve yavaş yavaş yürürdük;Konuşa konuşa… Bizim komşu köyden bir çocuk vardı; adı Mustafa daha ilk günlerde akşam bahçede otururken ben birazdan gelirim dedi gitti gelmedi… Akşam etütünde nöbetçi öğretmen Mevlüt Durak yoklama aldığı esnada çocuklar dedi Mustafa adlı arkadaşınız 5. sınıfta öğrenci gören var mı? Çocuk köye kaçmıştı. Sonra kaçmayı alışkanlık haline getirdi. Ailesi bir türlü okulda tutamadı çocuğu. Yıllar sonra istanbul da karşılaştım Mustafa ile. Ailesi orta okuldan sonra meslek sahibi olsun diye bir yerde yatılı bir meslek okuluna vermiş Mustafa’yı. Mustafa oradan da kaçmış. Mustafa dedim bu senin eski alışkanlığın ne de olsa. Yine sürekli kaçan bir arkadaşım vardı. Severdim onu, iyi bir çocuktu. Edindiğim ilk arkadaştı. Her ne kadar kaçma okuldan okumak zorundasın desem de dinletemedim. O hep babası ile çıktığı av hikayelerini anlatırdı. Ona göre şimdi babasıyla birlikte dağlarda av peşinde koşmak vardı. Buraya sıkışıp kalmıştı sanki tutsak mıydık burda? İkimizde beyaz leblebiyi çok severdik. Leblebiyi neden bu kadar çok severdik? Şimdi anlıyorum; bir çay bardağı beyaz leblebi üzerine çatal çeşmenin suyundan kana kana içtinmi suyla leblebi birlikte midemizi doldurur açlığımızı unuturduk. Kantinden birer çay bardağı beyaz leblebi alır cebimize doldururduk. Volta atarken bahçede, beyaz leblebi atıştırırdık. ‘Bu okul pantolonlarının nesini seviyorum, biliyor musun?’ dedi arkadaşım. ‘Nesini?’ dedim. ‘Ceplerini’ dedi. ‘Derin cepleri var bunların. Leblebi tam bitti derken, dibinden köşesinden birkaç tane daha leblebi ortaya çıkıyor.’ Sonra o arkadaş okulu bıraktı. Bir daha görmedim onu. İsmini dahi hatırlamıyorum şimdi.