“Kimse dinlemiyorsa beni -ya da istediğim gibi dinlemiyorsa- günlük tutmaktan başka çare kalmıyor. Canım insanlar! Sonunda, bana, bunu da yaptınız.”
Günlük
25 Nisan 1970 tarihinde günlüğüne bu cümleleri yazmıştı Oğuz Atay. Hayatı boyunca anlaşılmayı beklemiş bir insanın çaresizliği içinde sitem etmişti insanlara. Hep anlaşılmayı beklemişti ama hiç anlaşılamamıştı. Ve her eserinde bu incinmişliği dile getirmişti…
”Beni anlamıyorlardı. Zarar yok. Zaten beni, daha kimler anlamadı.”
Korkuyu Beklerken
Oğuz Atay okuru bilir ki onu anlayabilmek için, ince düşüncelerde kaybolmuş, küçük ayrıntılarda saatlerce boğulmuş olmak gerekir. Aksi halde her şey bir anda anlamını yitiriverir.
Cumhuriyetin ilk aydınlarından, Kastamonulu, hukukçu bir baba: Mehmet Cemil Bey. İstanbullu, örnek bir kadın, öğretmen bir anne: Muazzez Zeki. Bu iki insanın birlikteliğinden doğan bir çocuktur Atay. 1934 yılının Ekim ayında tanışır dünya ile. Muazzez Hanım bir anne olmanın yanında, ilk öğretmenidir onun. Daha okula başlamadan okumayı öğrenir böylece.
Küçük yaşta geçirdiği, zatürre olduğu tahmin edilen hastalık, onu çekingen ve içine kapanık bir çocuk yaptı. Bu belirlenemeyen hastalık, onun tüm çocukluğunu üzerine titreyen annesinin gölgesinde yaşayarak geçirmesine sebep oldu. Çocukluk yıllarının esintileri, ‘Tutunamayanlar’da Selim’in çocukluğuyla karşımıza çıktı:
‘’ Allah’ım, onu neden yalnız bıraktın? Neden korkuyu göğsünden söküp almadın? Meyveleri gösterdin de ağaca çıkarma becerikliliğini esirgedin? Neden, onu canı kadar seven annesinin bile Selim’i ‘Benim korkak oğlum!’ diye okşamasına göz yumdun? Biliyorum, İsa daha büyük acılar çekti, diyeceksin. Bu kadar ayrıntılara giremezdi, diyeceksin. Asıl, ayrıntılara girilmeliydi bence. Her şeyi yaşamalıydı.’’
Tutunamayanlar
Cemil Bey’in milletvekili olması ile Atay ailesi Ankara’ya taşındı. Orada gitgide daha da yalnızlaştı. Kendini kitapların dünyasına verdi. Sürekli, çocuk kitapları ve gazeteler okur, radyodan öyküler dinlerdi. İnsanlara göre, Atay yalnızlığı kendi seçmişti. Ama aslında o, buna mecbur bırakıldığı için kendi iç dünyasında yaşamayı öğrenmişti.
‘’ Derimin altındaki karışıklığı bilmeden yargılıyorsunuz beni!’’ dedi.
Tutunamayanlar
Kimsenin yaşantısını beğenmedim: kendime uygun bir yaşantı da bulamadım (Tutunamayanlar) dedi ve yaşamaya devam etti. Liseye başlayan Oğuz Atay. Gerçek bir kitap kurduydu. Edebiyatımızdaki bir diğer büyük isim Cemal Süreya gibi Oğuz Atay’da Dostoyevski’yi baş ucuna koydu.
İlerleyen zamanlarda resme olan tutkusu ortaya çıktı. Öğretmenleri, babasına haber yolladı: “Bu çocuk yetenekli, güzel sanatlar akademisine yönlendirilmeli.” Ama Cemil Bey’e göre sanatkar bu ülkede aç kalırdı… Oğuz Atay sonraları bu duruma karşı sitemini de şu cümlelerle dile getirecekti;
“Üç çeşit meslek varmış: mühendislik, doktorluk, bir de hukukçuluk. Ben ressam olmak istiyordum. Babam, böyle bir meslek olmadığını söyledi.’’
Tutunamayanlar
Atay, 1951’de, o zaman ki adıyla TED Yenişehir Lisesini birincilikle bitirdi. İstanbul Teknik Üniversitesinin sınavına girdi. İnşaat Mühendisliğini kazandı ve ailecek İstanbul’a taşındılar. Yaşamının hiçbir döneminde sevmediği mühendisliği. Bilime ilgisi hep vardı ama meslek olarak kendine biçtiği, bu değildi.
“Her balığın, içinde yüzeceği ayrı bir denizi vardır.”
Eylembilim
Atay’ın ilk evliliği Fikriye Fatma Gürbüz ile olmuştu. 1961 yılında evlendiler ve bir yıl sonra da kızları Özge dünyaya geldi. Şüphesiz, birbirlerini çok seviyorlardı. Ama bazı konularda hayata bakış açılarında değişiklikler oluşmaya başlamıştı. Oğuz Atay bir gün ayrılmak istediğini söyledi. Fikriye Hanım bu durumu soğukkanlılıkla kabul etti. İçten içe, bir isyan, bana bunu nasıl yaparsın sitemleri bekleyen Atay, bu soğukkanlılık karşısında şaşırmıştı.
‘’Aman ya Rabbim! Hiç olmazsa ‘Bunu bana yapamazsın, Coşkun!’ diye bağır, ‘Beni bırakıp nasıl gidersin? Filan diye ağla. Nasıl, bir gardiyan gibi soğukkanlı olabiliyorsun?’’
Oyunlarda Yaşayanlar
Daha sonraları Oğuz ve Sevin aşkı başladı. Atay’ın belki de hayatındaki en önemli dönüm noktalarından biridir bu birliktelik. Oğuz Atay’la ilgili en kaliteli çalışmalardan biri olan Ben Buradayım’ı kaleme alan Prof.Dr. Yıldız Ecevit, Oğuz Atay ve Sevin Seydi aşkıyla ilgili olarak: ”Sıra dışı bir kadının, alışılmış ölçütlerle anlaşılması mümkün olmayan sıra dışı sevgisidir bu.” yorumunu yapar. Oğuz’a ilham veren kadındı Sevin. Onu, Tutunamayanlar için daktilo başına oturtan kadındı. Atay, Sevin ile yaşadığı bir yıl içinde bitirdi Tutunamayanlar’ı. Hatta bu kitapların ilk kapaklarını da Sevin Seydi tasarladı.
Tutunamayanlar
Türk Edebiyatının belki de üzerine en çok konuşulan eseri. Otobiyografik bir nitelik de taşıyan Tutunamayanlar, ülkemizde daha önce denenmemiş bir teknik ile bilinç akış tekniği ile yazılmıştı. Oğuz Atay denenmemişi denemek istemişti ve işi gerçekten çok zordu. Türkiye’nin, gerçek anlamda ilk modernist eserlerinden birini yazmıştı. Fakat çok kalındı. Kısaltmasını istediler. Atay bunu ne kadar istemese de söyleneni yaptı. Bazı yerleri kısalttı ve “Bir daha düzeltirsem, bütün samimiyeti yok olacak.” dedi. TRT Kültür Sanat ve Bilim Ödülleri yarışmasında kazananlar arasında girdi, fakat yayınevleri hala onu reddediyordu.
O dönemde roman, toplumu bilgilendirmek, yol göstermek için yazılırdı. “Aklına ne geldiyse yazmış.” dediler. Fakat yayınevini yeni açmış, genç bir yayıncı, ödüllü bir romanı olan Atay’ı merak etti, buldu ve anlaştı. Maddi darlıktan dolayı iki cilt halinde basmaya karar verdiler. İlk cilt 1971’de, ikincisi ise ondan bir yıl sonra çıktı. Her büyük yazar gibi yaşadığı dönem de anlaşılmamaya mahkumdu Oğuz Atay. Ama o anlaşılmak istiyordu. Kitabın birinci cildi tükeniyor fakat ikinci cildi olduğu gibi duruyor, depolarda bekliyordu
“Beni hemen anlamalısın, çünkü ben kitap değilim, çünkü ben öldükten sonra beni kimse okuyamaz, yaşarken anlaşılmaya mecburum.”
Tehlikeli Oyunlar
Tehlikeli Oyunlar
Oğuz Atay, Hikmet’in trajedisinden günlüğünde şöyle bahseder; “Bence önemli unsur, bütün yıkım’ların onun davranışlarından doğması, fakat onun, bütün bu felaketleri ‘Talih’in Kudreti’ne bağlamasıdır.(…) Kendini bir süre kaptırdığı yaşantıların, hiç bir zaman sonunu getiremiyor.” Tehlikeli Oyunlar, Atay’ın en karmaşık döneminin eseridir. Tehlikeli oyunlar oynamak istiyordu fakat bir yandan da kılına zarar gelsin istemiyordu…
“Tehlikeli oyunlar oynamak istiyor insan; bir yandan da kılına zarar gelsin istemiyor. Küçük oyunlar istemiyorum albayım.”
Tehlikeli Oyunlar
1976 yılı Oğuz Atay için zor yılların başlangıcıydı. Şiddetli baş ağrıları başlamıştı. Hastalığı daha gündemde bile değildi ama ailesindeki birçok kişinin ölümüne neden olan kanser onun bu korkusunu körüklüyordu. Durumu gitgide ağırlaşıyordu. Londra’ya gittiler. Beyninin iki yanında oluşmuş tümörler, yaşamını yavaş yavaş bitirmeye başlamıştı. Atay, acilen ameliyata alındı. Tümörlerden yalnızda biri alınabildi. Diğeriyse sadece 1 yıl yaşamasına izin verecekti. 31 Aralık’ta, günlüğüne resmini çizdiği hastaneye sevk edildi. Sonra radyoterapi süreci başladı.
Aylar süren tedavi sürecinden sonra, 3 Ekim 1977’de günlüğüne “Yakında İstanbul’a dönüyorum. Bugün Dr. Morgan’a gideceğim, ilaç v.s. görüşeceğim” diye not düşmüştü. Bu kadar zorluğun arasında bile aklı hala yarım kalan eserlerindeydi; “Yalnız, vaktim ve kafa gücüm olursa ‘Eylembilim’ ve ‘Geleceği Elinden Alınan Adam’ adlı hikayelerimi bitirmek istiyorum.” demişti.
“Düşüncem geç gelişti, biraz geç başladım; biraz da erken bırakmak durumunda kalıyorum. Geleceğini kaybetmek, yaşanan zamanı da boşlaştırıyor. Ne yapalım, henüz biraz da ayakta durma gücüm var; deneyelim, sonuç almaya çalışalım.”
Günlük
13 Aralık 1977’de hayata gözlerini yumdu Oğuz Atay. Ölümünden yıllar sonra, günlüğü çıktı ortaya. Gazeteler, sürekli ondan bahseder oldu. Bir yayınevi eserlerini tekrar bastı. Üniversiteler, makaleler “ilk modernist yazarımız” diye anlatmaya başladı onu. O yaşarken anlaşılmayı istemişti ama her büyük düşüncelere sahip insanın mahkum olduğu gibi o da öldükten sonra anlaşılmaya mahkum olmuştu. Umarız, yattığı yerden bizleri, okurlarını, sevenlerini görüyor ve gülümsüyordur… Edebiyatımızın en büyük kalemlerimden, kendi benliğinden, tüm insanlığın tutunamayan taraflarını ortaya çıkarıp bizlere anlatan bu büyük yazarı; Sevgi, saygı ve özlemle anıyoruz…
“Biraz kalbi vardı. (Oynar.) Evet, gerçeği açıklamak zorundayım: Çoşkun Ermiş, kalbi olduğu için ölmüş bulunuyor. Hayat oyunlarını gereğinden fazla ciddiye alan merhum, ölümü de aynı ciddiyetle karşıladı. Onun kadar ciddi olmayan biri, böyle bir durumda, hiç olmazsa baygınlıkla yetinebilirdi. Çoşkun öldü. Çünkü oyunlar, onun için bir ölüm kalım meselesiydi. Başka türlü yaşayamazdı: Hayatını ve özellikle ölümü büyütmek zorundaydı. Biz de şimdi kendisini ciddiye almak zorundayız. Çünkü merhum, güldürmeyi sevdiği kadar, ağlatmayı da severdi.”
Oyunlarda Yaşayanlar