Bir şiir kitabının yırtılmış, eksik kalan ve içindeki ruhun yalnız kalmış bir parçasıydı sanki o. Biraz endişeli, biraz hissiz ve geleceğine temkinli adımlarla yaklaşan biriydi. Çığlıklarını sessizliğine gömen, hislerini parçalayacak kuvveti çığlıkları yansıtacakken o suskunluğu ile yanıt vermeyi tercih edendi. Tercihleri ise yanlışı yansıtırken o doğruluk içerisinde kaybolmuştu ve hiçbir yanlış ona bu kadar doğru gelemezdi. Neydi onun için doğru ile yanlışın ayrımı? Nasıl tanımlardı doğruluk ile yanlışın ayrı olup bir bütünü temsil ettiğini? Ya da ruhundaki yaraların her bir parçasının yanlışların esiri olup doğrulara hükmettiğini kelimeler ile sınırlandırabilir miydi?
Doğruluk kaçınılmaz, yanlış ise yapılmaktan kaçmazdı onun için. Doğru ile yanlış aslında gece ve gündüzün yansımasıydı. Gece, zifiriliğine birçok düşünceyi duygularında boğmuş ve kendini karanlık içerisine hapsederek tek bir ışığın onu aydınlatmasını istemiştir. Gündüz ise aydınlık rengini umutlarıyla süslemiş, kendini canlılık ile sınırlamıştı. Her ikisi için de farklılıklar birbirlerinin ortaklığı olmuştu aslında. Ne gece olmadan gündüz aydınlığını gösterebilir ne de gündüz olmadan gece güzelliğinden ödün verebilirdi. Zıtlıkların oluşturduğu bir ortaklık vardı ve bu ortaklık belki de her ikisinin kaçınılmaz sonuydu.
O, gecenin zifirliği gibi sonsuz, aydınlığın canlılığı gibi açıktı. O, zihnini gecenin karanlığına tutunan aydınlık Ay’ın etrafını süsleyen ufak yıldızların ışıklarıyla süslerdi bazen, bazen de gündüzün içerisindeki rengarenk ışıkların peşinden sürüklediği binlerce umudun rüyasını alır inançlarına bir yol yapardı. O, bazen zıtlıklar içinde boğuşup duran zihninin kendini yok etme çabasıydı bazen de zihninin dört bir köşesine kendini özenle yerleştirip varlığını sonsuzluğa sürükleyendi. O, hüznün bir parçası, dağılan hayal parçaları içerisinde sessizce ölümü bekleyen umutlardı. O, kahkahaların kulaklarda mutluluklarla çınladığı, heyecanın kalpte bir melodinin ritmini oluşturduğu bir müzikti.
Bir resmin zihinde sessizce izlerini bıraktığı anıların çığlıkları ile donatılmıştı. Bir anı geçmişin ölümü olup aynı zamanda bu kadar ölümsüz olabilir miydi? Bir müziğin dinlendiriciliği ile usulca kulaklara ulaşan tınısının adım sesleriydi. Bir müzik gürültüsüyle doluyken aynı zamanda bu kadar sessiz ve solgun olabilir miydi? Mavi bir gökyüzünün peşinde, onlarca hayalin içerisinde kaybolup giden canlılığın huzur rengiydi. Gökyüzü mavi ile aydınlıkken aniden karanlığa gömülebilir miydi?
O, geçmişin ölüm sesi geleceğin mahvedici anılarıydı. O, müziğin gürültüsü, sessizliğin adım sesiydi. O, aydınlık gökyüzünü yerle bir edip karanlığa gömen bir cellatın huzursuzluğuyla doluydu. O boşlukta savrulup giden bir uçurtmanın kimsesizliğinin yankısıydı. Yalnızdı, yalnızlık onun için kurtuluştu. Acımasızdı, geçmişinden öğrendiği merhameti onu acımasızlığa itmişti. Sessizdi çünkü çığlıkları duyulamayacak kadar yorgun ve hissizlik ile çınlıyordu.
Kimdi, o? Var mıydı, yoksa geçmiş içerisinde sıkışıp kalmış mıydı? Kimdi, o? Bir köşede bekleyip sessizce duyulmayı bekleyen miydi, yoksa hiçbir zaman duyulmasını istemeyen, izleyen miydi?
O, vardı ama yokluğunu benimsemişti. O, duyandı ama sesinde boğulup giden duyulmayan bir melodinin tınısıydı.
O, sondu. Başlangıçları sonunun bir temsili, hislerin sessizliği, kayboluşun bir resmiydi.