Türkiye olarak geçmişte birçok badire atlattık.
Bu badireler yüzünden kayıp yıllarımız da oldu.
Bu ülke, seçilmiş bir başbakanını bile idam etti.
Yıllarca, Batı-Doğu ekseninde savrulduk durduk.
1946 yılında, görece çok partili siyasal rejime geçtik.
1950 yılında…
Köylülük-kentlilik arasında sıkışan sessiz çoğunluklar…
Adnan Menderes önderliğinde “iktidar” da oldu.
Yıllarca tartıştık durduk, kâh uzlaştık, kâh vuruştuk…
Dünya devi ABD’nin oyununa geldik…
Öte yandan Doğu bloğu arasında sıkıştık.
Rejimimiz, dönem dönem kesintiye uğradı.
Anayasalar yazdık.
Kırmızıçizgilerimizi belirledik…
* * *
Laiklik idi, İrticai idi, etnik kökene dayanan başkaldırışlar idi…
Yıllarımız, kültürel mi olduğu yoksa siyasal mı olduğu hâlâ tartışmalı hususlar üzerinden yitip gitti.
Bu dönemlerde, ülkemizin belki de geleceğini “çizecek” ve “belirleyecek” gençlerini, siyasetin körlüğüne kurban verdik.
1960 ihtilali… 1971 Muhtırası… 1980 ihtilali… 28 Şubat dönemi…
Karışıklıklar…
Ölümler… Ne oldu? Hâlen bitmek bilmeyen tartışmalar… Bir taraf, cumhuriyet rejimimizin sahipliğini yapmakta. Öte taraf, kendi belirlediği bir yaşam düsturu doğrultusunda ülkeyi “dönüştürme” çabasında.
Yıllar çarçabuk geçip gitmekte.
Yaşananlar, çekilen sıkıntılar, üzüntüler, hep geride bir “hatıra” olarak kalmakta.
Cumhuriyetimizin kuruluşundan beridir hesaplaşmalar ve duyulan nefretler söndürülemedi.
İnsanlık ve medeniyet çok farklı ufuklara doğru yelken açmışken…
Artık önümüzde daha farklı bir dünya “gerçekliği” varken…
Her nedense, içimizde toplumsal dayanışmayı bir türlü oluşturamıyoruz.
Nereye kadar böyle birbirimizi yıpratmaya devam edeceğiz?