Türkiye’de yaşadığımız sorunlara baktığımızda, bizlerin dünyada yaşanan değişim/dönüşümleri yerli yerinde deneyimleyemediğimiz ortaya çıkar.
Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı İmparatorluğu’nun hazin çöküşü sonrasında, Anadolu coğrafyasında inşa edilirken, İmparatorluk idaresinden yitik ve bitik bir insan sermayesi devralıyordu.
Osmanlı Devleti din-tarım devleti olduğundan ötürü ve dünyadaki gelişmelerin izinden de gidemediğinden ötürü, bu coğrafyada sosyal sınıflar, Batıdaki tarzda oluşamamıştır.
Osmanlı Devleti’nde tarihsel süregelen bürokratik yönetme eğilimi, sonrasında da genç cumhuriyet Türkiye’sine de tevarüs etmiştir. Osmanlı Devleti’nde Avrupa’daki gibi işçi ve burjuva sınıflarının olmaması, yeterli sermaye birikiminin olmaması gibi gerekçeler, üretim biçiminden üretim ilişkilerine kadar, Osmanlı İmparatorluğu’nu çağının gerisinde kalan bir devlet yapmıştır.
Ülkemizde tarihsel gelişmeleri ve dönüşümleri kesik kesik ve birbirinin bağlamından kopuk inceleme alışkanlığından ötürü, yeri geldiğinde yazan çizenlerin değerlendirmelerinde, ideolojik bağnazlığa saplanmalarına neden oluyor.
Türkiye’de belirli mahfiller, Osmanlı Devleti’yle bağını, 29 Ekim 1923 tarihiyle koparmıştır. Osmanlı Devleti sanki tarihte hiç olmamıştır ya da Osmanlı diye bir hanedanlık hüküm sürmemiştir. Bu bağlamından kopukluk, ülkemizde yaşanan siyasal kutuplaşmada da, yaşanan sorunları çözümlemede de sıkıntılara neden olmaktadır.
Cumhuriyet Türkiye’si sanki Osmanlı Devleti sonrası bir eşik atlamıştır. Böyle midir? Hayır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, kökleri olan bir devlettir. Maziden atiye uzanan bir tarihiyle Türkiye Cumhuriyeti Devleti, geçmişte de vardı gelecekte de var olacaktır.
* * * * *
Bugün bizler üretim tarzımızdan üretim ilişkilerimize kadar, Avrupa kıtasının geçirdiği tarihî kırılmaları “olması gerektiği biçimde” deneyimleyemediğimiz için de kronik sorunlara gark oluyoruz.
Zımnen de olsa ülkemizde bir “resmî ideoloji” vardır. Bu “resmî görüş” çerçevesinde geçmiş dönemlerde, üretiyorduk veya iş ilişkilerimizden siyasi ilişkilerimize kadar tüm sosyal yaşantıyı bu çerçeveye göre tanzim ediyorduk. Resmi görüşün varlık bulduğu devlet de, vatandaşlarını kendisine tâbi kılmakta, vatandaşların hareket serbestisini yine kendi çizdiği kurallara göre düzenlemekteydi.
Türkiye’deki siyasal düzen birazda Osmanlı yönetim anlayışının devamı niteliğindedir. Anayasalarla sert bir şekilde çerçevesi çizilen “devlet aşkınlığı” düsturu, devletimizin vatandaşlarının neleri yapması neleri yapmaması gerektiği anlayışı üzerine bina edilmiştir. İşte bugün ve erken geçmiş dönemlerde, ülkemizin yaşadığı sıkıntılarda, bu tevarüs eden zihniyetin etkilerini görürüz.
Öte yandan, ülkemiz artık bürokratik ve jüristokratik vesayet dönemlerini geride bırakmıştır. O dışa kapalı, vatandaşını tehdit unsuru gören, geçmişten gelen kültürel değerlerin yine rejime tehdit olarak algılandığı süreçler, AK Parti iktidarıyla törpülenmiştir. Düşünebiliyor musunuz, döviz taşımanın suç teşkil ettiği, “ithal ikameci” ekonomik düzenle yurttaşlarımızın kalitesiz ürünleri pahalı bir biçimde tükettiği dönemlerden, 80’li yıllara liberalleşmenin ivme kazandığı süreçlere peyderpey geldik.
Demem o ki, salgınla beraber “liberal ekonomik politikaların” tartışıldığı, serbest rekabetin ekonomik düzenleri nasıl etkilediği tartışmalarının izdüşümünde…
Daha fazla üreterek mi yoksa tüketerek mi refah devleti oluruz? Liberal politikaların tartışıldığı dönemde, işsizlik, yoksulluk, gelir ve servetin dağılımı sorunları gelecekte çözümlenmesi ivedililik arz edecek konu başlıkları olacaktır.