” İnsana en çok acı veren şey, söyledikleriyle söylemek istedikleri arasında ki uçurumdur. “
Yaklaşık üç sene önce adam akıllı kitaplar okumaya başladım. Özellikle, roman tarzında yazılmış uzun öykülere karşı bir antipatim ve onları gereksiz görme gibi bir ön yargım vardı. Romanın döneminin hep geçtiğini içten içe düşünüyordum. Modern diziler, filmler gibi görsel materyaller varken roman okumak çok saçma geliyordu.
Sonra bir gün, belki de en depresif günlerimin birinde Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar kitabını okuyayım dedim. Bir anda esti böyle hiç kafamda yokken, hem kısa hem de çok bilinen bir kitap. Dedim ki içimden, bir numarası vardır herhalde.
Okumaya başladıktan sonra yazan adamın sanki içimden geçen şeyleri kendi döneminde yaşadığını hissediyor gibi oldum. Sanki, benim içimde ki sıkışmışlık hissini bu adamda yaşıyor gibi gelmişti. Bu hissi bir de Tolstoy’un gene çok kısa ama muazzam kalitede kendi hayatını ve çıkmazlarını anlattığı İtiraflarım kitabında yaşamıştım. Tolstoy’un çok kitabını okumamış olsam da Dostoyevski’nin birçok kitabını okudum fakat her iki yazarında bu iki kısa ve öz kitaplarının yeri bende hep ayrıdır.
Bu adamların neden yıllar sonra hala bu kadar değer gördüklerini ve öykülerinde ki karakterlerin neden bu kadar benimsendiğini bu iki eserde ki kendi çıkmazlarını okuyunca anlayabiliyorsunuz.
Her neyse, Dostoyevski’nin kitaplarında ki karakterleri bir başka görmemizi sağlayan en temel nokta şu bence, insanın ikircikli ( ambivalent ) bir tabiatının olduğunu çok iyi kavraması ve karakterlerinin başından geçen her şeyi, bu gerçeği kabullenerek ve farkında olarak yazması. Kötü film,kitap ve dizilerde bazı baş karakterler vardır ve onlar ya çok iyidir, ya çok kötüdür ya da bir nevi kahramandırlar ve hata yapmazlar. Ya da tam tersi anti-kahramanlardır ve herkesin başına bela olurlar.
Fakat gerçek hayat böyle değildir. Günümüzde hayatına mazlum başlamış fakat daha sonra mazlum olanların belası olmuş veya mazlum olanların belası olmuş sonra mazlum olmuş insanlarla etrafımız dolup taşar. Bir gün uyandığımızda dünyanın en iyi ve yardımsever insanıymış gibi hissederiz fakat iki gün sonra yaşadığımız bir olay yüzünden herkese karşı gelmek hatta ileri gidip yok etmek bile isteyebiliriz. İnsan budur aslında ve 19.yy’da edebiyatta yaşanan geçişte bunu en iyi temsil eden yazar bence Dostoyevski’dir. Bilindiği gibi onun karakterleri modern psikoloji biliminin oluşmasında bir mihenk taşı oluşturmuştur. Hatta, Freud’ın Dostoyevski ile babasının ilişkisi hakkında şöyle diyor:
Freud’un makalesi, Dostoyevski’nin kumarla ilgili sorununu ele alırken, kumar oynamayı kadere meydan okuyan bir mücadele olarak görürdü. (bir şekilde baba figürünü gizleyerek); kaybetmeye karşı zorunluluk hissi ve hep sonunda kumarbazın zorlamasının ve sonunda hep kaybetmesine rağmen oynamaya devam etmesinin sebebi buydu diyor.
Ayrıca karısı da Dostoyevski hakkında şöyle diyor :
“Onun için gerçek bir kurtuluş umudu sunan tek şey – edebi üretimi – dahil her şeyi kaybetme arzusu ve kaybetmesiydi … Suçluluk duygusu, kendisine verdiği cezalardan memnun kaldığında, çalışmalarındaki engelleme daha az şiddetlendi. ”
Yani Dostoyevski’nin yaşamı da kitaplarından ayrı olarak 20.yy’da psikanalizin kurucusu olan Sigmund Freud tarafından dikkat çekmişti. Bilinçaltında Dostoyevski’nin babasına karşı hissettiği gizli nefret Oedipus Kompleksine güzel bir örnek teşkil ediyor. Yani, yazarın büyük eseri Karamazov Kardeşler’de karakterlerin babayla olan ilişkisi aslında birçok yönden Dostoyevski’nin hayatını anımsatan ve onun epilepsi nöbetlerinin de ana sebeplerinin birisinin babasıyla olan ilişkisi olduğunu Freud, bu Dostoyevski ve Baba Katilliği ( Dostoevsky and Parricade ) eserinde anlatıyor.
Dostoyevski’nin epilepsi hastalığı ile ilgili aklımda kalan bir çarpıcı yorumu ise Stefan Zweig’ın Üç Büyük Usta kitabında ki ilgili bölümden hatırlıyorum. Orada bu epilepsi nöbetleri hakkında Dostoyevski her nöbet geçirdiğinde sanki ölmüş gibi hissettiğini ve çok gerçekçi yanılsamalar hissettiğinden bahsediyormuş. Ayrıca, Budala romanında ki Prens Mişkin karakterinin muzdarip olduğu epilepsi de yazarın hayatından direk karaktere aktardığı özelliklere bir diğer örnek. Hatta okuduğum bir makalede Dostoyevski sıkça yaşadığı epilepsi nöbetlerinden bahsederken şöyle diyormuş :
Bu yaşadığı bir çeşit aura oluşturan nöbetlerin eserlerindeki karakterlerle kurduğu derin bağda etkisinin olduğu düşünülüyor. Ayrıca, karakterlere yaşattığı duyguların bu kadar gerçek olmasında bu tecrübelerinin etkisi olduğunu söylüyorlar. Bu açıdan, kendisine psikoloji bilimi kurulmadan önce ki en yetenekli psikologlardan biri diyebiliriz çünkü henüz psikanaliz ve bilinçaltı gibi modern kavramlar hayatımıza girmemişken Dostoyevski birçok karakterle daha önce bahsettiğim insan eylemlerinin asla görüldüğü gibi olmadığını ve mutlaka derinlerde bir nedenin olduğunu en iyi hissettiren yazarlardan hatta tartışmasız en iyilerinden birisi diyebiliriz. Raskolnikov karakterinin içerisinde bulunduğu durumu ve başından geçenleri Suç ve Ceza romanında tüm çıplaklığıyla okuyoruz.