Ne Olur Sanki?

Kadınlarla ilgili yazıdan sonra bu konuda da yazma gereği duydum. Kadınlar gününde de o günden sonra da kadına şiddet uygulandı. Kadınlar öldürüldü ve kadınlar ikinci sınıf insan değeri gösterilerek hor görüldü. Hatta bir şehirde kadınlara ayrı yolculuk edecekleri otobüsler ayarlandı. Kadın yine erkeğe eşit olamadı. Çekilen resimler, afişler bir işe yaramadı. Neden? Neden böyleyiz?

Her an her yerde patlamaya hazırız. Herkes birilerine kızmak, bağırmak için ortam kollar halde. Kırmızı ışıkta ilerleyen araca “Dursana. Bana yeşil yandı” diyorum. İçinden çıkan erkek  (adam demiyorum. Adam olamamış bir canlı o!) “Durdum ya. Kör müsün?” diyerek bana yaya geçidinde durduğunu gösteriyor. Geçitte mi durması lazımdı? Bunu söyleyince küfrü, bedduayı işiten ben oldum.

Yolda yürüyenler sabırsız, saygısız. Herkes umarsızca çarpıp, itip, geçiyor. Birilerini yaptıkları bir hata yüzünden uyarmak istesek dövmeye kalkıyor, üzerimize yürüyor. “Pardon, kenara çekilseniz?” diyorsunuz, “orada yol var ya. Oradan git.” deyip de kaldırımın orta yerini işgal etmekten çekinmeden size biçimsiz, cadde tarafı olan yolu gösterir olmuşlar. Umarsız, saygısız, bencil insanlar olduk.
Neden öyle olduk? Hayat yüzünden mi? Geçim sıkıntısı mı bizi böyle yaptı? Yaşadıklarımız mı bizi tahammülsüz yapıyor? Bencil olmamızın nedeni bizi düşünmesini beklediklerimizin düşünmeyip, ihmal etmesi mi?

Haklısınız. Geçim derdi, parasal sorunlar zaten bitmiyor. Tek eğlencemiz olmuş televizyon ekranlarında sürekli olarak güzel evler, lüks yaşamlar sergilenirken o yaşamlara ulaşamamış ve asla da ulaşamayacak olanların öfkeleri kabarıyor. “Onda var. Bende niye yok? Ben niye kazanamıyorum” diyor. O zenginlik içinde yaşayan adamların birilerinin canını yaktığını, katlettiğini, dövdürdüğünü görüyor.  Onları örnek alıp kendisi de adam öldürüyor, evdekileri dövüyor,  hırsızlık yapıyor, dolandırıcılığa kalkışıyor. Sokakta bulduğu kanalizasyon kapaklarını, köprü demirlerini söküp, çalıp, satıyor. Bunu yapamayıp, günahından korkanlar ve nispeten ahlaklı yaşamaya özen gösterenler ise sabırsız, sinirli, sıkıntılı oluyor. “Daha çok çalışmalı” ya da “Belki bir gün bende iyi bir şeylere sahip olurum.” umuduyla sinir harbi yaparak, elindekilerle yetinemeyip, borçlara girip, masraflara yetişmeye çalışırken ömür tüketiyor.

İstediklerini elde edemeyen her insan gittikçe tahammülsüz oluyor. Bir yemeğin tadıyla ilgili ufak bir tuz sorununu bile kavgaya dönüştürebiliyor. Normal bir telefon konuşması bile rahatsız edici gelip, birinin istediği an sonlandırılmayınca dayak ya da ölüm nedenine dönüşebiliyor. Konuşurken sabırsız, asabi, her an patlamaya hazır hale geliyor insanlar. Bunların haberlerini görüp, okuyoruz.

Gazetelerin 3. Sayfa haberlerinin her biri bir filme senaryo oluşturacak kadar korkunç. Sürücüler kavga ediyor, taraftarlar birbirlerine savaşa girmiş gibi saldırıyor, statlarda koltuklar parçalanıyor, değerler yakılıyor, yıkılıyor, parçalanıyor. Doğayı yakıyoruz, yıkıyoruz. Bize kötülük etmişler gibi sağlık soluk almamızı sağlayacak milyonlarca ağacı kesiyor, oralarda barınan binlerce canlıyı ölüme sürüklüyoruz sessizce. Sahte olanları üretip, çirkinlikleri izlerken, kanser oluyoruz. Hiçbir şeyimiz yolumuzda gitmeyince de bizi sakinleştirip, huzur verecek iyi bir haber, güzel bir görüntü, hoş bir ses de duyamayınca saldırıyoruz bir yerlere veya birilerine.

Keşke dizilerin hepsi birbirine benzeyeceğine ormanda, doğal hayatta yaşamı güzel gösteren, köy hayatında yaşayanların, azla yetinmeyi bilenlerin saf güzelliklerini anlatabilen konular işlense. Silahlar çekilip, nasıl adam öldürüleceği, nasıl dayak atılacağı gösterileceğine, ağaç dikmeyi, bir hayvanla dost olmayı öğretseler. Yine komşuculuk, arkadaşlık moda olsa mesela? İnsanları komşularıyla, aileleriyle kaynaştıracak yarışmalar, programlar yapılsa.

Satırlarda kan, silah, öfke, ölüm, cinayet yer alacağına yazılı olan tüm kitaplar, gazeteler, haberler, dergiler güzellikleri anlatsa. Aşkı, merhameti, dostluğu, arkadaşlığı, vefayı, yaşlıları, saygıyı, birlikteliğin güzelliğini anlatsa. Katillerin olduğu kitaplar, satırlar olmasa, yayınlanmasa hiç. Yayıncılar cinayet kitaplarını basmasa. Yapımcılar kan-öfke, şiddet, katillerle dolu korkunç sahneleri çekmese ne güzel olurdu.

Fotoğraflar şiddeti değil, doğal olanı, güzel olanı, estetik bulunanı gösterse bizlere.  Yaralanmış, ölmüş, taciz edilmiş insanlar, hayvanlar, katledilmiş, betonlar dikilmiş dünyayı görmek yerine maviyi ve yeşili görebilsek keşke.

Müzikler bile bağırıp, çağırıp, isyan ettirmese ve deli gibi yormasa da, meditasyon müzikleri gibi rahatlatıcı, sakinleştirici olsa keşke. Hatta bu müzikler trafiktekilere dinletilse. Ya da mağazalarda, marketlerde hep enstrümantal, huzur veren, insanı yatıştıracak renkler, görüntüler, müzikler ile süslenmiş olsa mekanlar. Ruhumuz ölümden önce de sükun bulup, dinlense fena mı olurdu?

Ne olur sanki katillerden, cinayetlerden, kandan, öfkeden,  saldırganlıktan uzaklaşmanın da çareleri uygulansa. Eski dizilerin yıllarca izlenen güzelliği yeniden yaşatılsa, yeniden güzel satırlar yazsa insanlar aşkla, dostlukla. Yeniden dokunsak notalara, deklanşörlere, boyalara sevgiyle.. Yeniden doğal olanın, sakin, sade ve estetik olanın güzelliğini paylaşsak. Ne olur sanki? Ben yazdım. Hadi siz de mesleğinize göre üzerinize düşeni yapın. Bugün hayatı güzelleştirecek bir adım atın.

Baharı yasla, karayla, matemle değil; renklerle, sevinçle, umutla karşılayalım. Haydi!

Dans Eden Kelimeler
Bale Sanatçısı, yönetmen Kağan Can Odabaşı ile eşi Editör, kitap yazarı Ayşegül Toker Odabaşı olarak yaşadıklarımızı, yaşam denen sahnede karşımıza çıkanları sizlerle paylaşmak istiyoruz.(Böyle diyerek başladık ama maalesef ben Ayşegül, tek başıma sürdürmek zorundayım. Eşim artık bu boyutta değil.)
Subscribe
Bildir
1 Yorum
Beğenilenler
En Yeniler Eskiler
Inline Feedbacks
Tüm yorumları gör
Önceki
Eğitim sistemi kötü sonuçları
Sonraki
VAZGEÇMEK…

İlginizi Çekebilir

kooplog'dan en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerez (cookie) kullanıyoruz.