Mutlu olduğunuza kesin olarak emin olduğunuz, geçmişinizden bir anı anımsamaya çalışın. O mutluluğa sebep olan şeyle beraber, o mutluluğun yavaş yavaş sönerek ne kadar sürede bitmiş olduğunu bir düşünün. Hala bitmemiş olan mutluluklarınız var mı? Her mutluluk elbette mutlaka biter ancak onu hatırlamak ya da hala hayatınıza dokunan bir yönünü görebilmek, yine anlık mutluluklar getirebilir ancak hiçbir şekilde, hiçbir mutluluğun sürekli ve kesintisiz sürdüğünü sanırım kimse iddia etmez.
Evet mutluluğun doğası, onun sürekli olmamasıdır. Hayat içerisinde, denizin üzerinde oluşan kabarcıklar gibi kendilerini gösterip ardından yok olmalarıdır. Bizler, bildiğimiz ya da bildiğimizi sandığımız çoğu şeyi, karşıtlıklarla anlamlandırırız. Sürekli bir şekilde her bir insan mutlu olarak hayatlarına başlayıp, bu şekilde bitirselerdi, mutluluk denilen o duygu durumuna bir isim bulmamız gerekmezdi. Çünkü onu hali hazırda olan, gayet normal bir şey olarak görürdük. Aynı şekilde hiçbir zaman kuru yüzey görmemiş, hep denizin derinliklerinde, su içinde gezmiş bir balık için, su anlaşılmaz bir şeydir çünkü onun yokluğunu deneyimlememiştir. O halde mutluluğu ekstra anlamamızı ve onu kafamızda bir yere konumlandırmamızı sağlayan şey, onun karşıtı olan mutsuzluk hali, acı, kederdir. Esasında bunlar anlamlı kılar, daha değerli yapar mutluluğu. Seni öldürmeyen şey güçlendirir der Nietzsche.
Sıcak bir havada gün boyu çalışmış, çabalamış ve yorulmuş bir emekçinin, 2 dakika ara verip içtiği bir bardak soğuk sudan almış olduğu hazla, evde oturan ve o an susayan birinin içtiği sudan aldığı haz kesinlikle aynı değildir. Bilimsel anlamda da sürekli olarak size mutluluk verecek bir şeyi yapıyor olmanız, mutluluğu algılayan reseptörlerin bir süre sonra duyarsızlaşmasına yol açar ve artık o yaptığınız şeyden yeterince mutluluk alamaz hale gelirsiniz. Bilimsel kısmına fazla girmek istemiyorum ancak, işin özeti acı ve mutluluk kardeştir, birini sevip ötekini kovalamak insanı yorar, bunun bilincinde olmak ve bu şekilde olayları anlamlandırmak, onların üstesinden gelmek adına çok işe yaradığını göreceksiniz.
Bir anlığına ihtiyacınız olan her şeyin, ama her şeyin sizde olduğunu düşünün. Neler yaparsınız? Bu tuzak bir sorudur, hiçbir şey yapamazsınız esasen. Nasıl yani yapamam? Gayet de yaparım diyorsanız, yapmak istediğiniz şeyi düşünün. O yaptığınız şey, esasında yine bir ihtiyacınızı karşılamak için yapılan bir hareket olduğunu göreceksiniz. E sizin zaten her şeyiniz var. Lüks arabamla arkadaşlarımı alır güzel bir mekanda yemek yerim cevabını veren biri sizce tüm ihtiyaçlarını karşılamış biri midir? Hayır, arkadaşıyla vakit geçirme ihtiyacı, yemek yeme ihtiyacı, lüks arabasıyla hava atma, kabul görme ihtiyacı vb ile dolu bir cümle bu. Tüm bu ihtiyaçları da olmayacak…
Evet doğru bildiniz, hiçbir ihtiyacı olmayan biri, yerinden kıpırdamaz, elini dahi kaldırmazdı. Yaptığınız tüm hareketler, siz farkında olun ya da olmayın bir ihtiyacı gidermek, ya da bir ihtiyacı direkt olarak gidermek için olmasa bile, onu gidermeye yol açacak bir çabayı içermesinden dolayı gerçekleştirilir. Antik yunanda Dairesel biçimde olduğuna inanılan Tanrıların, hareketsiz olarak tasvir edilmelerinin sebebi budur. Çünkü artık tamamlanmış, hiçbir şekilde bir şeye ihtiyaçları olmayan, ulu varlıklardır onlar.
İnsanın ihtiyaçları, onun hareketinin temel sebebidir. İnsan öyle bir canlıdır ki, bu söz konusu ihtiyaçlar sadece temel ihtiyaçlar ya da maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinde geçen şeyler olarak anlamayın. İnsan ihtiyaçlarını dahi kendisi yaratabilen bir canlıdır. İnternette sürekli, daha önce varlığından bile haberimizin olmadığı ancak görünce, aaa evet buna ihtiyacım var dediğimiz pek çok ürünle karşılaşmışızdır. Günümüzde internet çok büyük bir ihtiyaçtır ancak bundan yüz sene öncesine kadar çoğu insanın böyle bir şeyden haberi bile yoktu.
Nereye varmaya çalışıyorum, hepimizin bildiği bir klişe vardır, sahip olduklarımız, bir süre sonra bize sahip olmaya başlar diye. Evet, bu ihtiyaç üretme meselesini eğer anlayıp, kendimize bir sınır çekmeye çalışmazsak, hiçbir şekilde doymadan ve sürekli olarak bir şeylerin peşinde heba olan, mutluluğu tamamen her şeye sahip olmak olarak görüp, buna da hiçbir zaman ulaşamadan ölen, mutsuz insanlara dönüşürüz.
İnsan bir kere bu ihtiyaçların asla bitmediğini, bittiği zaman ise hayatın olmayacağını, çünkü hareketsiz bir şekilde kalacağımızı anladığı vakit, hayatındaki her şey daha da berraklaşmaya başlar. Nike ayakkabı giyemediği için ya da telefonunun iphone marka olmamasından dolayı hayatını kendine zehir etmez. Çünkü onlara sahip olsa dahi, yine de onun mutluluğunun bir süre sonra geçeceğini, asıl aradığı şeyin o olmadığını kavrar. Jim carrey “Umarım bir gün herkes ünlü ve zengin olur. Hayal ettiği her şeye kavuşur ve böylece asıl cevabın bu olmadığını anlar” demiştir. Bu tarz şeyler sahip olmayanların düşündüğü kadar mutluluk getiriyor olsaydı, gördüğümüz zenginlerin her gün zıplayarak etrafta dolaştıkları, tüm paylaşımlarını mutluluktan sarhoş bir şekilde saçmalayarak yaptıklarını görürdük ancak durum öyle değildir.
Schopenhauer, insanların istediğini isteyebileceğini, ancak neyi istediklerini isteyemeyeceğini söyler. İlk başta karışık ve anlamsız bir söz gibi gelse de anlaşıldığında hak verilir. Örneğin siz muzu sevebilirsiniz, muz yemeği isteyebilir, onu yiyerek kendinizi ödüllendirebilirsiniz ancak siz çilek yemeyi sevmiyorsanız eğer, çilek yemeyi sevmeyi isteyemezsiniz. İnsan zaman içerisinde sevip, sevmedikleri değişebilir ancak bu değişim yine kendiliğinden istem dışı olur, yani siz karar vermezsiniz. Eğer bu söylediğime karşı çıkıyor ve hayır karar verebiliyorum diyorsanız, size büyük bir tavsiye, her şeyi sevmeyi deneyin. Sebze yemeğini sevmeyen bir insanın, hayat boyunca yaşayacağı mutlulukla, her türlü yemeği severek yiyen birinin yaşayacağı toplam potansiyel mutluluk elbette bir değildir, ikinci olanın çok daha fazla avantajı var.
Yapılan bir araştırmaya göre insanlar, gerek başlarına gelen çok kötü bir olay olsun, gerekse aşırı derecede mutluluk verici şeyler olsun, bu insanların en az 3 ay süre sonra beyinlerinin normale dönmeye başladıklarını ortaya koymuştur. İnsan adapte olabilen bir canlıdır, bunca yıl hayat sahnesinden silinip gitmemesinin sebebi de bu adaptasyonunun kuvvetidir. Yine de hala adapte olamadığı şeyler mevcuttur. En azından hayatınızın genelinde mutlu ve esas olarak içten içe huzurlu olmak istiyorsanız, bu adapte olunamayan şeyleri bulup, hayatınızdan çıkarmanız gerekir.
Adapte olunamayan şeyleri bulabilmek için birkaç soru size yardımcı olacaktır. Size mutsuzluk veren şey sistematik bir şekilde temas eden ve sürekli kendisini hatırlatan bir yapıda mı? Örnek vermek gerekirse eğer, sinir bozucu ve sürekli modunuzu düşüren bir arkadaşınızın olduğunu varsayalım. Eskiden beri tanıdığınız için bağınızı koparıp kötü insan olmak istemiyorsunuz ve o da sürekli sizinle beraber olmak adına yanınıza geliyor olsun. Sohbetlerinizde, sürekli sizin modunuzu düşürecek yorumlarda bulunuyor, başkalarıyla bir ortamdayken, sizin lafınızı kesip sizi hafife alıyor falan olsun. Anladınız demek istediğim şeyi. Buradaki temel nokta, durakta otobüs bekleyen on beş kişinin önünde düşüp eteğinizin açılması durumunda yaşadığınız mutsuzlukla, böyle bir mutsuzluk aynı kefede olmadığıdır. Ötekini bir süre sonra gülerek hatırlarsınız ancak bu arkadaşınız, sürekli bir şekilde size mutsuzluk vermektedir.
Hayır diyebilme yetisine sahip misiniz? Evet bu bir yetidir ve mutlu olmak için oldukça gereklidir. Buna bazı insanlar yetiştirilme tarzından dolayı doğuştan sahiptir ancak yine bazı insanlar asla hayır diyemezler bunun çok kötü bir şey olduğuna inanmışlardır. Oysa hayır diyebilmek, bir karakter göstergesidir, kişinin prensipleri olduğunu, öyle her kalıba girmediğini anlatır. Belki hayır dediğiniz kişi çok iyi bir manipülatördür ve size hayır dediğiniz için kötü hissettirir ancak bu onun yaptığı bir şeydir sizin hayırınız gayet makul ve hakkınız olan bir hayırdır. Bu anlattığım türden mutsuzluk saçan arkadaşınıza hayır demeye başlayın. Belki kötü hissedeceksiniz ancak bu his geçicidir oysa arkadaşınız dediğiniz o kişinin sürekli sizi etkilemesinden daha iyi bir sonuçtur.
Başka bir örnek ise okulunuz ya da iş yeriniz uzak bir yerdeyse, bu da çok yorucu ve insanın alışamadığı, süreklilik arz eden mutsuzluklardan biridir. Bu tarz süreklilik arz eden ne varsa, elinizden geldiğince uzaklaşın, kurtulun, değiştirmek için çabalayın. Asla unutmayın, tüm bu çabalar, yine size aşırı mutlu hayatlar, öyle çok tatminkar yaşamlar sunmayacaktır, çünkü acı dolu bir Dünya’da yaşıyoruz, böyle yaşamlar ancak hikayelerde, fimlerde, masallarda falan olur ama ne olursa olsun en azından yaşam kalitenizi yükseltir.
Bu süreklilik ilkesini çoğu şeyde uygulayabilirsiniz, örneğin evleneceğiniz insanın, sizle uyumlu olup olmayacağı kontrolünde bile. Bir evlilikte süreklilik arz eden ve size hep mutluluk verecek olan şey nedir? Elbette muhabbet, düzgün bir iletişim imkanı, anlayışlılık, saygı vb. Güzellik, sevişmek, hediyeler elbette önemli şeyler ancak süreklilik ilkesi gereği, çoğu kaybolan şeyler. Düzgün bir sohbetiniz olmayan biriyle, diğer her şey var diye evlenirseniz, bir süre sonra başta ötekilerin anlık mutluluklarıyla batmayan o muhabbet sonrasında çok büyük sorun olarak karşınıza çıkacaktır. Erkek arkadaşınızla evlendiğinizde nasıl bir şeye dönüşeceğini merak ediyorsanız, kız kardeşiyle nasıl ona bakın derler mesela. Nietzsche’ de bizlerin, evleneceğimiz insanda aramanız gereken şey, bu insanla yaşlılığımda bile muhabbet edebilecek bir şeyler bulabilir miyim? Diye sormamızı ister kendimize.
Daha anlatılacak pek çok şey var ancak, bu kadar uzun bir yazıyı okuyacak kişi sayısının pek fazla olmayacağını, en azından bilinen, kendini kanıtlamış yazarların yazılarını okumak yerine, adını dahi bilmedikleri bir blog yazısını okumaya bu kadar vakit ayırmayacaklarını da hesaba katarak son bir anımla bitirmek istiyorum.
Üniversitedeyken çok sevdiğim bir mantık hocası bir gün sınıfa girer girmez, üzüntülü olanlar el kaldırsın demişti. Yaklaşık 12 kişi el kaldırdı. Hoca sırayla neye üzüldün diye sormaya başladı. Hatırladığım kadarıyla arkadaşlarımdan birinin öğrenci evinde kombi faturası fazla gelmişti. Ne kadar geldiğini sorup, yarısını öderim sıkma canını dedi. Başka birine sordu sevgilisinden ayrılmış, yakında unutursun dedi geçti. Kimisi düşük not almış, bir sonrakine çalışırsın düzeltirsin dedi geçti. Sıra bana geldi ve benim üzüntümün sebebini bile sormadan, “seninki kalıcı, hayatının sonuna kadar taşıyacaksın üzüntünü” dedi.
Bazı insanlar hep üzüntülüdür. Fazla düşünür, empatiyi fazla kaçırır, hayatı fazla ciddiye alır ve çoğu kişinin bilerek ya da bilmeyerek ancak ısrarla kaçındığı o çıplak ve bir o kadar da acımasız “nihilizm” gerçeğinden kaçmak yerine üstüne üstüne gider. Bu bilgi oldukça kaygan ve elde tutulması zordur, üstüne uzunca düşünülse bile bir anlık dikkatin başka şeye çevrilmesiyle unutulur. Diğer insanlar gibi bu bayağılığa gömülüp, unutamazsanız ya da unutmamak için fazladan çaba gösterip, üzerine düşünürseniz, farklı kaygılarla uğraşmak zorunda kalırsınız. Üstelik etrafınıza baktığınızda bu mücadeleyi başkalarının vermediğini ve oldukça da mutlu olduklarını görürsünüz ve bu sizi yalnızlaştırır. Eğer böyle bir durumdaysanız, benim yaptığım gibi, bu tarzdan kaygılara sahip insanlarla konuşarak, geçmiş düşünürlerden bu kaygıya sahip metinlerini okuyarak, bir cevap bulamazsanız dahi, en azından yalnız olmadığınızı anlamanız açısından acınızı hafifletebilirsiniz. Benim şu an burada yazıyor olmamın temel sebebi de budur. Cioran’ın da dediği gibi yazmak Bir yalnızın başka bir yalnızla buluşmasıdır.