Mucizevi Minibüs’ün Özgürlük Yolculuğu: Into the Wild

Kaynak belirtilmedi

Yazıya başlamadan önce bir uyarıda bulunmak istiyorum; filmi izlemeye karar verirseniz başlamadan önce sırt çantanızı erişemeyeceğiniz bir yerde saklayın. Zira film sona erdiğinde yaşadığınız hayatı tekrar sorguya çekebilir, büyük bir eksikliğin varlığını derinden hissedebilir ve hatta tüm hayatınızı, ideallerinizi unutup sırtınıza gerçekten ihtiyacınız olan birkaç şey alıp kendinizi keşfetmek gibi çılgın bir fikre kapılabilirsiniz. Delilik demek bile mümkün bu fikre çünkü çoğumuz bize dayatılmış bu hayata, ihtiyaçmış gibi gösterilen onca gereksiz lükse bağımlı olarak yaşamaya fazlasıyla alıştık. Yaşamak için gerekli olan gerçek ihtiyaçlarımızı üretmeyi ya da doğadan temin edebilmeyi bile bilmiyoruz, öğretmediler çünkü. Hatta bilhassa betonlar döşediler toprağın üstüne, gizlediler. Biz de üstümüz çamurlanmasın diye beyaz yakalı olabilme hayaliyle yetiştik sonra. Daha iyi evlerde oturmak, daha iyi yerlerde yemek yiyebilmek, daha iyi arabalarla seyahat edebilmek gibi hep daha fazlasına endekslenmiş, daha iyi bir kariyer ve daha fazla para kazanmak üzerine kurulu idealleri benimsedik. Özgürlüğü satın alınan bir şeymiş gibi algılayarak aslında yine özgürlüğümüzü sattık, satmaya da devam ediyoruz. Başka türlü nasıl yaşanır bilmiyoruz çünkü. Yaşıyor muyuz, bence onu da bilmiyoruz. Yüzeysel yanılsamalara öylesine kaptırmışız ki kendimizi, mutluluğun ruhumuzu beslemekle mümkün olacağı gerçeğini görmezden geliyoruz. Ruhun beslenme yetersizliği mutluluk gelişiminde kötü bir rol oynadığı için, daha fazlası, hırsıyla tükendiğimiz gibi elde ettiğimiz sahte mutlulukları da bir çırpıda tüketiyoruz. İçten içe çürüyoruz cezbedici kabuklarımızın altında. Bağımlıyız, tedaviye ihtiyacımız var ve bu tedaviyi ne kazandığımız para ne de SGK karşılayabilir ne yazık ki…

“İki yıl yürüyerek dünyayı dolaşıyor. Telefon yok, havuz yok, evcil hayvan yok, sigara yok… Nihai özgürlük… Uçlarda yaşayan biri… Yolları yurt bellemiş, güzellik âşığı bir seyyah… İki yıl dolaştıktan sonra sıra son ve en büyük maceraya geliyor. İçindeki sahte varlığı öldürmek ve ruhsal devrimi zaferle sonuçlandırmak için verilecek nihai mücadele… Artık uygarlık onu zehirleyemeyecek, o kaçıyor ve vahşi doğada kaybolmak için tek başına yürüyor.”

Christopher McCandless’in Mucizevi Minibüs adını verdiği kozasında, tahta parçasına kazımış olduğu bu cümlelerin kurulma sebeplerini konu alan gerçek bir hikâye Into The Wild (Özgürlük Yolu). Etkilendiğim birkaç teknik bilgiyi paylaşmam gerekirse; ünlü oyuncu Sean Penn’in aynı adlı kitaptan esinlenip uzun uğraşlar sonucu 2007 yılında beyaz perdeye uyarladığı filmin başrolünü Emile Hirsch canlandırmış. Film boyunca izleyicinin içini ısıtan müziklerse Eddie Wedder’a ait.

“Aşktan, paradan, inançtan, ünden, adaletten öte gerçeği ver bana.”

Maddi düzeyi iyi olan bir ailede manevi açıdan eksik yetişmiş ve bunun üzerinde oluşturduğu etkiyle kendini ve etrafındaki tüm ayrıntıları sorgulayarak gerçeği arayan, toplumun dayattığı yaptırımları reddeden, diğer bir deyişle, varoluş sancısını fazlasıyla hisseden yirmili yaşlarda bir genç Chris. Kendisinin gereksiz bulduğu üniversiteden, Harvard Üniversite’sinde yüksek lisans yapabilecek notlarla mezun olduktan sonra önündeki kariyer fırsatını bir kenara bırakarak gerçek benliğini bulmak için medeniyetten kaçış planını devreye sokar. Ailesinin karşı çıkacağını bildiğinden onlara bu durumu hissettirmez. Kendisini bulmadan, bulunmama hedefiyle kimliğini açığa çıkaracak tüm belirtileri ortadan kaldırır. Yüksek lisans için biriktirdiği paranın neredeyse hepsini fakirlere yardım eden bir kuruma bağışlar. Kalan birkaç doları ve arabasıyla kuzeye doğru büyük maceranın ilk adımlarını atar. Bir süre yol aldıktan sonra ıssız bir yerde aracını bırakıp son kalan parasını da yakarak eski hayatını tamamıyla geride bırakır. Yeni hayatına yeni isimle başlar; Alexander Supertramp (Süperberduş!) İki yıl boyunca kimi zaman bir karavan koltuğunda, kimi zaman bir demiryolu vagonunda, kimi zamansa kanoyla bir nehrin şiddetli akıntısında, kilometrelerce yol kat eder. Birçok farklı insanla tanışır, onların hikâyelerini de yükler heybesine. Daha fazlasını arzulamadan yalnızca zorunlu ihtiyaçlarını karşılamak için kısa süreli işlerde çalışır. Ve sonunda en büyük hayali Alaska’ya ulaşır. Doğanın tam ortasında bulduğu bir minibüsün içinde, bir yandan tek başına yabani hayata uyum sağlamaya çalışırken diğer yandan bu sadeliğin nezdinde yaşamındaki eksiklikleri keşfetmeye devam eder. Filmin düşündürücü sahnelerine değinmeden şunu da belirtmek isterim ki; ekran başında basit bir yol serüvenine eşlik etmekten çok, yaşanmış gizlemli bir yaratılış hikâyesine tanıklık edeceksiniz. Rica ediyorum bu fırsatı ruhunuzdan esirgemeyin.

Başarılı mezuniyetinden sonra ailesiyle yapılan kutlama yemeğinde geçen diyalog;

-Seni bu külüstürden kurtaracağız, yeni araba alacağız.

-Yeni arabayı ne yapayım? Gıcır gıcır bir araba isteyeceğimi mi sandınız? Komşular ne düşünür diye mi endişeleniyorsunuz?

Bu teklife böyle cevap vermek bir yana, bu teklifin çıkış noktasının çocuğumuz daha iyi bir araba kullansın değil de, etraftakiler ne düşünür diye olması çok vahim bir durum değil mi sizce de? Ve maalesef artık birçok şeyi bu dürtüyle yapıyor insanlar. Giydiği kıyafetten okuduğu kitaba kadar beğenilme veya eleştirilme kaygısıyla kendisini olmadığı bir kalıba sokuyor. Toplumun otokontrolünde farklılıklarını bastırırken, gitgide aynılaşıyor ve en kötüsü de bunu kendi isteğiyle yaptığına inanıyor.

-Paranı neden yaktın?

-Paraya ihtiyacım yok, insanı ihtiyatlı olmaya zorluyor.

-Sadece yaprak ve yemişle yaşayamazsın.

-Yaşamak için bundan fazlasına bel bağlanır mı bilmem.

Tamam, kabul ediyorum, fazlasıyla uçlarda yaşayan bir aklın sözleri bunlar ama hiç mi doğruluk payı yok? Yaşamak için nelere bel bağladığımızı düşününce köleden bir farkımız olmadığını düşünüyorum. Bir farkımız varsa o da bulunduğumuz çağdan kaynaklı, başına eklenmiş ‘modern’ kelimesidir. Kabul etsek de etmesek de biz özgür olduğuna inandırılan, görünmez zincirlerle farklı kavramlara bağlanmış modern köleleriz. Çünkü 21.yüzyıldayız ve prangalar, fazlasıyla göze batardı.

Bir nehirden kanoyla ülkeyi geçmek istiyor, sudan korkmasına rağmen. Bölge idaresine bu durumu bildirdiğinde nehirde kano yapabilmek için 12 sene beklemesi gerektiğini öğreniyor. O sahnedeki yüz ifadesiyle, medeniyetten kaçma fikrinin ne kadar doğru olduğunu ispatlamış. Yüz ifadesi demişken canlandırdığı karaktere olan benzerliği ve yaşadığı olaylar karşısında hissettirilmesi gereken duyguyu seyirciye tam anlamıyla aktarabilme başarısının altını çizmekte yarar var. Alaska’daki zayıf görünümü de tamamen doğal.

-Eğitim almayı düşünmüyor musun evlat? Bir iş bulmayı, hayatta bir şeyler yapmayı?

-Bence kariyer bir 20.yy icadı, ben öyle bir şey istemiyorum.

Yol boyunca tanıştığı insanlar tarafından acıma hissiyle karşılaşıyor en başta. Çünkü boş ve gereksiz bir şey olarak görünüyor. Toplumun başarı olarak algıladığı kavramla uyuşmuyor. Bu uygarlık her bir bireyi gelecek kaygısıyla korkutup sürüye dâhil etmeye çalışıyor. Dışında kalanları da açlık korkusuna yem olmakla tehdit ediyor. Toplum bu durumu öylesine kabullenmiş ki, başarı hikâyeleri anlatılırken çalıştığı milyon dolarlık şirketi satın alan kişiden imrenerek bahsediliyor. Gereksiz bir hırsın insanı çürütmesinden başka bir şey değil bu aslında, bilakis acınası bir durum hatta. Hollywood yıldızı Jim Carrey’nin güzel bir sözü vardı: “Dilerim herkes bir gün zengin ve ünlü olur. Ve hayalini kurduğu her şeye kavuşur; böylece aranan esas cevabın bu olmadığını anlar.”

Aklımda yer etmiş birkaç replik;

  • “Hayatta güçlü olmak değil de kendini güçlü hissetmek önemlidir.”
  • “Çünkü neyi anlamıyorum biliyor musun? İnsanların, her bir kahrolası insanın birbirine neden bu kadar kötü davrandığını anlamıyorum.”
  • “Kristalin kırılganlığı zayıflıktan değil, zarifliktendir.”
  • “İnsan hayatının akılla idare edilebileceğini kabuk edersek, yaşama olasılığı ortadan kalkar.”
  • “Hayatta bir şeyi istiyorsan uzan ve yakala.”
  • “Hayatın bütün keyfi insan ilişkilerinde yatıyor sanıyorsan yanılıyorsun.”

Filmin süresi 140 dakika ve yazıya sığdıramadığım daha birçok etkileyici olay, eleştirel düşünce barındırıyor içinde. Yazının sonuna bırakmak istediğim ve bana göre filmin en yürek burkan sahnesi; minibüste haftalar sonra, yolculuğundan en büyük dersi çıkararak kaleme almış olduğu cümledir:

“Mutluluk yalnızca paylaşılınca gerçektir.”

Edebibiri
edebiyat ve filmler ilgi alanıımm
Subscribe
Bildir
0 Yorum
Inline Feedbacks
Tüm yorumları gör
Önceki
Bermuda Şeytan Üçgeni Sırları
Sonraki
The Reader (OKUYUCU)

İlginizi Çekebilir

kooplog'dan en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerez (cookie) kullanıyoruz.