Derler ki; Yeşilçam Sokağı’nın tam girişindeki binanın birinci katında otururmuş. Sokağa giren çıkanları, film yazıhanelerini takip eder, kimin filmi nerede iş yapmadı, hangi senarist hangi yapımcıyla kavgalı, kim hangi firmadan henüz parasını alamadı bunları bilirmiş.
“Abla be, Mürvet Sim filanca filmde öyle başarılı olmuş ki,” diyenlerin vay halineymiş tabii.
Ülkü Erakalın anlatmıştı: Osman Nihat Akın çok sevmiş onu. Evlenmek istemiş. Hatta: “Yine bu yıl ada sensiz, içime hiç sinmedi / Dil’de yalnız dolaştım ben/ Gözyaşlarım dinmedi..” şarkısını bu aşkın hatırasına adamış ve onun için yazmış. Mualla Sürer ise, “Kızım var, ona karşı sorumluyum,” diyerek bu evlenme teklifini geri çevirmiş.
“Ben de şaştım nasıl oldu…Yüreğime inmedi…Dil’de yalnız dolaştım..”
Selim İleri der ki : “Mualla Sürer sinemamızın bence en güçlü kompozisyon oyuncularından biriydi. Salon filmi kompozisyonuyla “Bir Demet Menekşe’’ tarzı toplumsal çizgili filmlerdeki kompozisyonu gerçekten üzerinde durulmaya değer ayrıntılarla ayırt edebilmiştir. Kendisiyle tek bir kez konuşabildim. Sinemayı, oyunculuğu sevdiğini, ama halkın ilgisine daha tutkun olduğunu söylemişti.
Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın romanlarında anlattığı dedikoducu, cadaloz, fesat, kıskanç, kavgacı, eli belinde, rastık çekerek, yastık dikerek gününü gün eden kenar mahallelerin yoksul kadınlarıyla kan bağı olan karakterlere hayat ve kan verdi perdede. Bazen Aliye Rona’nın dalkavuk hizmetçisi, bazen Filiz Akın’ı yankesiciliğe zorlayan, çocuk hırsızı Saçaklı Raziye…Bazen kart horoz Vahi Öz’ün biricik ‘ Bediaaaaa’ sıydı.Bakışlarını süze süze “Ama Rüknettin Bey ” deyişi hala gözlerimin önündedir.
Mualla Sürer, en çok Orhan Kemal romanlarına yakışabilirdi. Arnavut kaldırımlı sokaklarda aşı boyalı bir evin cumbasından etrafı keskin gözlerle süzen bir kayınvalide…Geçimsiz. Nobran. Dediğim dedik. Kaprisli. Mutsuz. Hayallerini kaybetmiş.
‘Bal Kız’, ‘Karagözlüm’, ‘Ah Müjgan Ah’, ‘Hayat Sevince Güzel’, ‘Ayşecik Boş Beşik,’, ‘ Fıstık Gibi Maşallah, Berduş’, ‘Turist Ömer Afrika’da’, ‘Katibim’, ‘Yuvanın Bekçileri’, ‘Seven Kadın Unutmaz’ filmlerinde canlandırdığı karakterlerle unutulmazlar arasında yerini almıştı Mualla Sürer.
Sert bir maarif müfettişi, yufka yürekli bir dadı, gözü genç erkeklerde bir şen dul, kurallarına bağlı, despot bir kız lisesi müdiresi, huysuz bir kayınvalide, duvak düşkünü evde kalmış yaşlı kız tiplemeleri, açık platine saçları, yüzündeki hoşnutsuz ifadeyle adeta perdede bir rüzgar gibi eserdi. Çocuk kaçırır, cepçilik yapar, ama ille de Turist Ömer’den çok çekerdi. Sanırım sadece Rüknettin Beyi sevmiş ama sevgisi pek de karşılık bulamamıştı. Rüknettin’in gözü onun parasında pulundaydı. Neyse ki, şeytan çekici Ayşecik vardı da, her şey tatlıya bağlanırdı. Beyaz gelinlik bile giyerdi Bediaaaa.
‘Bir Demet Menekşe‘de özellikle Reha Kıral ve Muazzez Kurtoğlu ile olan karşılıklı sahnelerinde adeta perdede canlanmış ve muhteşem bir oyunculuk sergilemişti. ‘Paydos’ sanat hayatının en önemli doruklarından biriydi. Tıpkı ‘Bir Dağ Masalı’, ‘Çalıkuşu’ gibi.
Yuvarlak yakalı kolsuz siyah saten giysileri, boynunda iki sıra beyaz incisi, bazen şık bir salonda, bazen teneke leğenin başında dirseğine kadar sabun köpükleri içinde çamaşır yıkar, bazen kirasını ödemeyen işportacı Filiz ile Kartal’ı sopayla evden kovardı, sıkıştı mı “Ben zavallı bir dul kadınım a dostlar” diye bağırır, kendinden geçerdi. Gün gelir bir paşa konağının en kıdemli kalfası olur, etrafına kök söktürürdü. Kuşkusuz, Mualla Sürer’e sesini veren Suna Pekuysal, Nezahat Tanyeri’nin bu başarıdaki payını unutmamak gerekir.
Mualla Sürer Türk sinemasının en önemli karakter aktrislerinden biriydi kuşkusuz. Vahi Öz ile öyle bir çift oluşturmuşlardı ki, seyirci perdedeki bu hayali gerçek sanır, onların evli olduklarına inanırdı. Yeşilçam zaten masalların yaratıldığı bir sinemaydı.
Onu sadece bir defasında İstiklal Caddesi’nde yürürken gördüğümü hatırlıyorum. Son derece zarif bir bastona tutunarak dolaşıyordu. Etrafında bir insan kalabalığı…Herkese gülümsüyor, başıyla selam veriyordu. Açık sarıya kaçan saçları, yaşlanmış yüzüyle o kadar sevimli ve güzeldi ki. Perdeyle hayat arasındaki ayrılığı ortadan kaldırmıştı sanki. Şimdi düşünüyorum da, sinemaya adanmış, sinema için var olabilen bir yaşam tarzı olmalıydı. Alışılagelmiş piyasa beğenisinin pek de dışında kalamamıştı. Ne yazık ki, hep bilindik rolleri üstlenmek zorunda kaldı, dönem sineması ondan yeterince yararlanamadı. Zaten o dönem Türk sineması, bölge ve işletmeciler tarafından yönetilen bir sinemaydı. Perdede canlandırılan tipler kartondu. Fotoroman tadında yüzlerce film çekiliyordu her yıl.
Bütün cephelerde bunca bozguna uğramışken, kuşkusuz tek trajedim hala o filmleri o kahramanları, gerçek sanıp özlemem, onlara tutunmam. Biliyorum.
Zaman akıp gitmiş, aradan uzun seneler geçmiş oysa… Hüzün bir örümcek ağı gibi kuşatmış hayallerimi. Aklıma mıh gibi çakılmış Saçaklı Raziye’nin repliği: “Aman kumserim, canım kumserim, Saçaklı Raziye kurban olsun sana..”
1902’de dünyaya gelen Mualla Sürer hayata veda ettiğinde 74 yaşındaydı ve 200’e yakın filmde rol almış, hatta bir ara İzmir Fuarı’nda sahneye bile çıkmıştı. Son derece ifade gücü olan bir yüzü vardı, o yüz her şeyi söyler anlatırdı zaten. Bir tek göz süzüşü, bir dudak büküşüyle nice filme hayat katmıştı. Türk sinema tarihinde yeri o kadar önemliydi ki, sonrasında kimse onun boşluğunu dolduramadı.
Bense onu çok özlüyorum. Tıpkı sizin gibi!