Ortadan ikiye ayrılmış bir gerçekliğin, kendimize uygun doğrularıyla örtüyoruz üstümüzü. Hangi uca denk düşerse yaşanılan olaylar, o an için gerçekliği doğrular zannediyoruz. İçerisine bir anlık gafletle düştüğün beklentiler zamanla yerini kuru bir toprağa bırakıyor.
Gece uykularını kaçıran sebeplerinle yaşamana izin vermeyen anıların birleşmeye başlıyor. Hayatın geçmişi ve geleceği tek bir vakte indiriyor ve bugünü yaşıyorsun. Vakit geçtikçe geleceğinden çalıyorsun daha iyi bir bugünü yaşamak için. Hep geçmişe ödün veriyor, cesetler bırakıyor, sevgileri harap etmesi için geleceğini kullanıyorsun.
Henüz bir çocukken idolüm diye adlandırdığın herkes zaman içerisinde seni hayattan kopartan keskin bir bıçak oluyor. Ne geçmişi hatırlamak ne de geleceği yaşamak istiyorsun. Pişman bile değilsin sadece en sade ve herkes tarafından kullanılması yüzünden söylerken bile iğrendiğin hatta bazen çekindiğin ya da birileri küçümser gözlerle bakar ve ciddiye almaz diye içine attığın kelime ile kalıyorsun. Üzgünsün.
Her cevap ardında başka bir soruyu getirir.
“Bunu hak edecek ne yapmış olmalıyım?”
Sanırım bu soruyu ardında ölüler bırakmış olmak bile sorunun cevabını kazandırmıyor. Çünkü zaten yaptıklarımızın değil, yapılanların cezasını çekiyoruz. Ölmek istemiyor ama bazen hiç doğmamış olmayı diliyoruz.
Oysa tek gerçek ölüm. Ucundan savrulanlar ölenin arkasında kalanlar. Nereye denk düşerse düşsün bununla kavrulan herkes ya hayatın devam ettiği doğrularına ya da inandığı dinin doğrularına yaslanarak geçiriyor. Bazen tüm doğruların yanlış olduğuna kanaat getirecek bir hissiyat oluşturuyor.
Hayatlar ve insanlar değişiyor. Bu değişim kalanlar için doğru geliyor çünkü mezarın başında ölümün soğukluğunu hisseden herkes kimsenin buna yanlış diyemeceğini biliyor. Ve bir daha kimse aynı kalmıyor.