AVRUPALILAR 500YIL BOYUNCA MUMYA YEDİLER
Avusturalyalı araştırmacı ve akademisyen Marcus Harmes, Avrupa tarihinin en “çılgın” uygulamalarından biri olan “mumya yamyamlığının” ürkütücü ayrıntılarını anlattı.Queensland Üniversitesin ‘de görev alan Beşeri Bilimler Doçenti Harmes, The Conversation’da kaleme aldığı bir yazıda, Antik Mısırdan getirilen insan kalıntılarının şifa olsun diye tüketilmek amacıyla getirildiğini açıkladı. Hıyarcıklı vebadan baş ağrısına kadar her türlü hastalığı iyileştirebileceğine inandılar.
Mumyalanmış bedenlerden elde edilen bu ürüne ‘Mumia’ demekteydiler. Mısır mezarlarından Avrupaya getirilen mumya kalıntılarından elde edilmekteydi. Zengin veya yoksul kesimlerden pek çok kişi yüz yıllar boyunca bu maddeyi tükettiler.
12.Yüzyılda eczacılar, spiritüel tıbbi özellikleri için öğütülmüş mumyaları kullanıyorlardı. Mumyalar sonraki 500 yıl boyunca, reçete edilen bir ilaç haline geldi. Antibiyotiklerin olmadığı o dönemde doktorlar, baş ağrısından veba tedavisine kadar çeşitli hastalıklara karşı kafataslarını, kemikleri ve etleri öğüttüler.
Kraliyet ve seçkin aileler için Mumya yemek Kraliyete uygun bir tedavi yöntemi olarak görülüyordu.
Günümüzde Mumyalar ‘da dahil olmak üzere bir dizi antik eserin kaçakçılığı devam etmektedir. Mumyaları cazibesi güçlü kılmıştır. Bunlar hala satılıyor, sömürülüyor ve hala bir meta.
Viktoryenler, eski Mısır mumyalarının kalıntılarını çözmeye adanmış özel partiler düzenlediler.
Erken mumya açma etkinliklerinin en azından bir tıbbi saygınlık cilası vardı. 1834’te cerrah Thomas Pettigrew, Kraliyet Cerrahlar Koleji’nde bir mumyayı açtı. Onun zamanında, otopsiler ve operasyonlar halka açık bir yerde yapılıyordu ve bu paket açma, sadece başka bir kamusal tıbbi olaydı.
Yakın bir zaman sonra, tıbbi araştırma iddiası bile kayboldu. Artık mumyalar artık tıbbi değil, heyecan vericiydi. Paketi açarken seyirciyi eğlendirebilecek bir akşam yemeği sunucusu, gerçek bir mumyaya sahip olacak kadar zengindi.
Kurutulmuş et ve kemiklerin bandajlar çıkarken ortaya çıktığını görmenin heyecanı, ister özel bir evde, ister eğitimli bir toplumun tiyatrosunda olsun, insanların bu sargılara akın etmesi anlamına geliyordu. Güçlü içki, seyircilerin yüksek sesle ve takdirle karşılandığı anlamına geliyordu.
20. yüzyılın başlamasıyla mumya açma partileri sona erdi. Korkunç heyecanlar kötü görünüyordu ve arkeolojik kalıntıların kaçınılmaz yıkımı üzücü görünüyordu.
Ardından Tutankamon’un mezarının keşfi, Chrysler Binası’ndaki kapı motiflerinden Cartier tarafından tasarlanan saatlerin şekline kadar her şeyde “art deco” tasarımı şekillendiren bir çılgınlığı ateşledi. Tutankamon kampanyasının sponsoru olan Lord Carnarvon’un 1923’teki ani ölümü doğal sebeplerdendi, ancak kısa süre sonra yeni bir batıl inanca atfedildi – “mumyanın laneti”.
2016’da Mısırbilimci John J. Johnston, 1908’den beri bir mumyanın halka açık ilk açılışına ev sahipliği yaptı. Kısmen sanat, kısmen bilim ve kısmen gösteri, Johnston, Viktorya dönemine ait bir ambalaj açmada bulunmanın nasıl bir şey olduğuna dair sürükleyici bir rekreasyon yarattı.
Mumya sadece bandajlara sarılı bir aktördü ama olay baş döndürücü bir duyusal karışımdı. Londra’daki St Bart’s Hastanesi’nde gerçekleşmiş olması, mumyaların tıptan korkuya kadar birçok deneyim aleminden geçtiğinin modern bir hatırlatıcısıydı.
SİZLERE bu kitabı önerebilirim
Avrupalılar yüzyıllar boyunca kadim Mısır mumyalarını ve cesetleri öğüterek ilaçlar üretti, kan içmek için idam sehpalarına koştu, insandan çıkarılan yağ ile hastalıklarına deva aradı. Avrupa tıbbının bu karanlık dönemine şahit olun! 1859 yılında, Woytasch isimli bir öğrenci “bir kadın mahkûmun idamına tanıklık etmeye” çağrıldı. “Kadının başı bir kılıçla kesildi. Baş bedenden ayrıldı ve kan yarım metre kadar havaya fışkırırken, askerlerin arasından fırlayan kalabalık, idam sehpasına koşarak akan kanı kaplara topladı veya bu kana beyaz havluları bandırdı.” Zenginlerle yoksullar arasındaki uçurum ne kadar derin olursa olsun, darağacında kan içme, Almanya’da ya da Avusturya’da, aynı şekilde gerçekleşiyordu. Özellikle Goethe, Kant ve Schiller’in, Bach, Haydn, Mo-zart ve Beethoven’ın ülkelerinde ve devirlerinde bu pratiği görmeye daha çok alışkınız. Hanover, Salzburg ve Viyana’nın salonları ve saraylarında büyük orkestraların parlak kemanları, dizi dizi kuartetleri ve devasa sen-fonileri parıldarken, kuzeyden güneye kadar Almanca konuşan ülkelerde şimdi unutulan bir ritüel tekrarlanıp duruyordu: Hastalar üstünde buharı tüten bardaklarını dudaklarına götürüyor ve kanlı mendiller kana bulanmış darağacından aşağıya uzatılıyordu.
Mumyalar tarih boyunca gerçek ya da gerçek dışı sayısız hikayenin konusu olmuştur. Onlarla ilgili ürkütücü hikayelerin sonu gelmez. Fakat belki de en ürkütücülerinden biri, ölü birer beden olan mumyaların değil, kanlı canlı yaşayan insanların eseri.
12. yüzyılda Avrupa’da yaygınlaşan bir mumya yeme geleneğinden bahsediyoruz. Binlerce yıl boyunca korunmuş ölü bedenlerin ‘şifasından’ medet uman Avrupalılar, ilaç olarak eczanelerden ‘mumia’ alıyorlardı.
Mumyalar öğütülüyor, her derde deva oluyor…
Ağrı kesicilerin, antibiyotiklerin olmadığı bir dünya hayal edin. Hastalıklara, ağrılara ve salgınlara karşı koyabilmek için çözüm arayan doktorlar, çareyi mumyaları öğütüp ilaç haline getirerek insanlara vermekte buldular.
Bunun için hem Mısır’dan mumyalar, eski mezarlıklardan kafatasları çalındı. İnsan bedeninin ve kanının hastalıklara iyi geldiği düşüncesi o kadar güçlüydü ki, ‘taze sayılabilecek’ kanın da özel reçeteleri vardı. Örneğin insan kanından reçel yapıp yemek ya da direkt içmek gibi… Bunun için infaz edilen insanların vücutları henüz soğumadan kanları alınıyordu.
İnsan bedeninin her hücresinden yararlanıp bu yamyamlığı tıbbi bir çözüm olarak sunan ‘doktorlar’ insan vücudunun yağından da ‘ilaç’ üretiyor ve yaralara sürüyorlardı…
Baş ağrıları ya da genel olarak ‘kafa’ ile ilgili hastalıklar için kafatasını öğütüp yemek, iç kanamaları durdurmak ve epilepsi gibi hastalıkların önüne geçmek için mumyaları öğütmek, kanla ilgili hastalıklar için kan tüketmek. Bunların hepsi, yüzlerce yıl boyunca legal ve ‘gerçek’ birer tıbbi uygulama olarak devam etti.
Dolandırıcılar sahte mumyalar sattı, mezarlıklar yağmalandı
Tabii ki bu yaygın mumya ve ölü bedeni tüketme alışkanlığı devasa bir dolandırıcılık vakasına da dönüştü. Mısır’dan geldiği ve firavunlara ait olduğu iddia edilen sahte mumyalar zenginleri avlamak için kullanıldı. Kraliyet aileleri ‘daha kaliteli’ ve ‘daha etkili’ olduğu iddia edildiği için firavunların mumyalarına ihtiyaç duyuyordu…
Bu sebeple mezarlıklar yağmalandı, sahte mumya ticareti yükselişe geçti. Üstelik Mısır’dan mumya getirmek de artık tek başına yeterli olmadığından bunlara da bir süre sonra göz yumulur hale gelmişti.
𝐼𝑛𝑠𝑎𝑛 𝐸𝑡𝚤 𝑌𝑒𝑚𝑒𝑘 𝐶𝑜𝑘 𝑐𝑎𝑧𝐼𝑃 𝑉𝑒 𝐼𝑙𝑔𝚤 𝐶𝑒𝑘𝚤𝑐𝚤𝑦𝑑𝚤
Epilepsiye sıcak kan, çürüklere mumya
19. yüzyıl Danimarka’sında idam edilen mahkûmların altında, ellerinde bardaklarla bekleşiyordu halk. Tabii ki infazdan sonra aşağıya damlayacak sıcak kanı doldurmak için… Taze insan kanının epilepsiye iyi geldiğine inanıyorlardı çünkü. Bu ürpertici inancın kökleri ise yaklaşık 2,000 yıl öncesine dayanıyor: Meşhur Romalı doktor Celsus dönemine… Bu yıllarda hastalara yaralı gladyatörlerin vücutlarından alınan saf kan veriliyordu.
Ceset tıbbının malzeme listesinde sadece taze kan yok elbette. “Mumya” ifadesine erken modern dönem gözlükleriyle baktığımızda, mumyalanmış bedenden elde edilen parçalar için kullanıldığını görürüz. Bu gelenekte mumya parçaları doğrudan ilgili bölgeye sürülüyor veya içeceklere karıştırılıyor, böylece vücuttaki ezik ya da çürükler tedaviye çalışılıyordu. Söylentilere göre Fransa kralı I. Francis (1449-1547), yanında ufak bir mumya parçası taşır, kaza ya da olası tehlikelere karşı güvenle geçirirmiş gününü. İngiliz filozof ve yazar Francis Bacon (1561-1626) da mumyacılardan. Bir mumya parçasının yaralanma sırasında akan kanı durduran çok güçlü bir tesire sahip olduğunu öne sürermiş. (Malum, Bacon adlı bu ilginç zat modern bilimi başlattığı için sık sık kutsanır.)
Avrupa’da insan eti yemenin, savaşta ele geçen rütbe sahibi bir düşmanın etiyle ziyafet çekmenin veya Romalılarda gladyatörlerin kanını içip dinçleşmenin derin bir mazisi var. Ama bunlar biraz da epik bir anlatımla uzak geçmişe işaret ediyor ve istisna olarak algılanıyor. Mesela Arslan Yürekli Richard’ın epik hikâyelerine veya Marco Polo’nun seyahat notlarına düşülen uzak zamanlar, “Avrupa’da yamyamlık” başlığı açısından çok da anlamlı değil. Oysa işleyeceğimiz dönem, tam da Avrupalının, boyunduruk altına alınıp terbiye edilmesi icap eden “insan yiyen vahşi öteki” kavramını inşa ettiği ‘modern’ yüzyıllardır.
İnsan eti yemek
“İnsan eti yemek”, “insan kanı içmek” ve “yamyamlık” denildiğinde aklımıza hep “ilkel kabilelerin”, “yarı çıplak dans eden karaderili adamların” arasına düşmüş, kaynayan kocaman bir kazan içindeki beyaz adamın manzarası gelir. Hepimize eğer bir gün ıssız bir adaya düşersek, kumsalın hemen gerisindeki dev yapraklı tropikal bitkilerin arasından bizi avlamak ve yemek üzere siyah kafalar uzanabileceği öğretilmiştir.
Özetle, eğer “medenî” dünyada değilseniz ve ormanda kaybolursanız karşınıza yamyamlar çıkar, ilkel borularından üfledikleri zafer tınıları ağaç dallarına sarılıp kıvrılan sarı renkli yılanların tıslamalarına karışır ve ormanın derinliklerinde 1,5 metre boyunda bir kazanda kaynayıp boynunda sivri taşlardan kolyeler taşıyan adamlara çorba olursunuz.
Bu, işin karikatür kısmı. 2011 Kasım ayında GEO dergisi “Avrupa’da yamyamlık” üzerine bir dosya hazırladı ve aslında araştırmacıların üzerine bir hayli zamandır eğildikleri bir konuya mercek tuttu: 17-19. yüzyıllarda Avrupa’da yamyamlığın gizli tarihiydi konu. Berlin, Paris gibi Avrupa’nın lokomotif şehirlerinde boy göstermiş ve 19. yüzyıla kadar devam etmiş bir yamyamlığın tarihi de diyebiliriz buna. Lakin 14. ve 15. yüzyıllardan itibaren Afrika ve Güney Amerika’yı ziyaret eden eski dünyalı kâşiflerin, gezginlerin anlattıkları bilinen öykülerden hayli farklı bir tarihti bu.
Ölünün hayat iksiri
Rönesans döneminde yaşamış İtalyan düşünürlerinden, babası da bir doktor olan Marsilio Ficino (1433-1499), insan bedeninin yalnızca tedavi edici bir ilaç değil, aynı zamanda bir hayat iksiri olduğunu ileri sürmüştü. Mesela gencecik bir erkeğin kol damarından kanını emmek, bir yaşlıya gençlik aşısı yapacak, yaşam enerjisini enjekte edecektir. Bu inançla, yeni ölmüş genç bedenler ihtiyarların ömrüne ömür katacak kutsal birer kurban görevi görüyordu.
1600’lerin sonlarında, İngiliz Dr. Toope’a ait günlük kayıtlarında, West Kennet toplu mezarından aldığı kemiklerden elde ettiği özel “soylu ilaç” ile birçok kişiyi tedavi ettiği yazılıdır. Dr. Toope “soylu ilacının” tarifini vermese de, aynı yıl Şubat ayında Kral II. Charles’ın ölüm döşeğinde çektiği acıları hafifletmek için kendisine yüksek dozda kafatası tozu verildiğini biliyoruz.
Howard H. Haggard da, 1929’da kaleme aldığı eserinde II. Charles’ın doktorlarının özel bir panzehir, inci şurubu ve amonyağın hepsini birden ölmek üzere olan kralın boğazına boca ettiklerini yazar. İmparatorun onlara karşı koyacak gücü yoktur nasıl olsa. İşte Sir Walter Raleigh’in hazırladığı bu panzehir, kafatası tozu içeren meşhur “soylu ilac”ın ta kendisidir.
16. yüzyılda yaşamış ünlü doktor ve kimyagerlerden, aynı zamanda tıbbî reformist olarak bilinen Paracelsus, taze cesetleri çok değerli bulanlardan biriydi. Nitekim meslektaşlarının cesetlere ilgisizliğini, “Hekimler bu kaynağın kıymetini bilselerdi, kimsenin cesedi darağacında 3 günden fazla kalmazdı” diye eleştirmiştir. Onun takipçilerinden Alman kimyager Johann Schroeder ise ölü bedenin nasıl hayat iksiri haline getirileceği konusunda şu tavsiyede bulunur: “Hastalıktan değil, cinayetten ölmüş, esmer 24 yaş civarındaki bir kişinin kadavrası, bir gece ay ışığında bekletilmelidir. Böylece kokusuz, tütsülenmiş et halini alır.” Neden esmer? Çünkü o dönemde bu kişilerin kanının daha sağlıklı olduğuna inanılırdı. Kurbanın hastalıktan değil, cinayetten ölmesi de vücudunda herhangi bir marazın olmadığına işaretti.
Tıbbî yamyamlığın izlerini Avrupa’da 17. ve 18. yüzyıllarda yazılmış ecza reçetelerinde bulmak mümkün. Vücutta neyin nasıl işleme konulacağı, kanın hangi yolla vücuttan çekileceği reçetelerde ayrıntılı olarak tarif ediliyor. Ayrıca henüz can çekişenlerden kan alındığına da rastlamak mümkün. Mesela 15. yüzyılda Papa VIII. Innocent’e ölüm döşeğinde iken şifa bulsun diye kurban olarak 3 genç çocuğun kanının akıtılarak içirildiği, bu çocukların derhal, Papa’nın ise kısa bir müddet sonra öldüğü biliniyor.
Bilimsel yamyamlık
Burada amacımız “Avrupalılar da yamyamdı ama…” diye tarih üzerinden zamanını şaşırmış bir analiz yapmak değil. Yine elbette etrafta bir sürü av hayvanı ve bitki varken insan avlayıp yiyen ve bunu festivalle kutlayanlarla, çok çetin şartlarla mücadele ederken ancak yamyamlıkla hayatta kalabilmiş olanlar arasında da (Alive filmini hatırlayalım!) bir ayırım yapmak icap eder. Avrupa’da da uzun süren savaşlar, hastalıklar, veba ve kıtlıklar sebebiyle bu zorlu imtihana defalarca düşülmüştür. Mamafih uzun yıllar devam eden bir pratik olarak sıhhî sebeplerle insan eti yenmesinin yamyamlık literatüründe ve görsel bilgisinde yer almaması yahut birini “vahşi” diye kodlarken, kendi yaptığını “tıbbî” bir uygulama olduğunun söyleyerek hafife almak, bizi “Yamyamlık nedir?” sorusunu tekrar düşünmeye davet ediyor.
Muhtemeldir ki, mezkûr kabile üyeleri buradaki tıbbî pratikleri görselerdi (kafa derisini yüzme, etlerini ayıklama, kurutma, toz yapıp krala içirme gibi) bunun da bir çeşit ayin olduğunu düşünmekte tereddüt etmeyeceklerdi. Lakin Avrupa’nın çok yakın geçmişinde yaşanan bu pratikler ırkî ve coğrafî bir itibarsızlaşmaya maruz bırakılmıyor. Kitlelerce içselleştirilmiyor ya da “alay edilmiyor”. Aydınlanma ve Rönesans gibi “altın çağlardan”, “yüksek ideallerden” mülhem Avrupa düşüncesine yamyamlığı yakıştırmak, üstelik bu düşünceye Hıristiyan teolojisinde kan ve ruh üzerinden bir yer açmak olur şey değil. Zira Avrupalının ötekini “vahşi-barbar-insan eti yiyen” olarak kurguladığı yüzyıllar için “yamyamın” her zaman hayatta kalmaya çalışan insan olmadığını söylemek pek kolay değil.
Özetle, yamyamlık mutlak olarak Avrupa coğrafyası dışında varolan bir şey gibi gösterilmektedir. Kendi türünü yiyenler elbette ilkel, medeniyetsiz vahşilerden başkaları olamazlardı. Medenî (yani insanların beyaz melon şapkalar taktığı ve filtre kahve içtiği) toplumlarda kendi türünü yemek, tüyler ürperten, kabul edilemez bir şeydir. Bu bağlamda Avrupa’da yamyamlık anlatılacaksa bile başka bir kategori açılarak ‘tıbbî yamyamlık’ kılıfı giydirilmelidir.
Velhasıl Avrupa’nın yamyamlığı bile bilimsel bir çerçevede sunulmakta, tarihte kendi insanının et ve kanına bu denli ilgi duymuş bu kıta böylece temize çıkarılmaktadır. Her zaman olduğu gibi bütün iyilikler Avrupa’ya, bütün kötülükler onun dışındaki dünyaya.
İnsan insanın sadece canını değil, etini de yer, bunu biliyorduk. Ama bu durum, geçtiğimiz yüzyıla dek sağlık ve uzun ömür adına bir yamyamlık formu olarak süregelişi, tarihin kıyılarına vurmamıştı. Tıp etiğini, insan haklarını ve daha pek çok disiplini yakından ilgilendiren bu konu, eline hassas bir terazi alıp yola koyulacak cesur tarihçileri bekliyor.
BÜŞRA AKBAŞ