Uygurlar, dünya tarih sahnesine ilk olarak çıkan Türk boylarındandır. Çin tarih belgelerinde en eski devirlerden bu yana yer almaktadırlar.
Bugün, Doğu Türkistan sorunu dünyada değişik biçimlerde algılanmaktadır. Sorunla ilgili görüşleri ise iki ana grupta toplamak mümkündür. Çin Halk Cumhuriyeti’nin (ÇHC) başını çektiği birinci gruba göre sorunun kaynağı, Uygur halkının kendisidir. Tarih boyunca Doğu Türkistan adıyla anılan bir coğrafi bölge veya devlet olmaması yalanına dayanır, Çin sömürgeciliğine göre Pantürkizm ve Panislâmizm hayali peşinde koşan bir grup insan, bölgeyi ÇHC’den ayırmak istemektedir. Karşı görüştekiler ise sorunun, ÇHC’nin yürüttüğü şiddet politikası ve insan hakları ihlallerinden kaynaklandığını iddia etmektedirler.
Bu iddianın sahipleri, iddialarına delil olarak şu sebepleri öne sürmektedir: ÇHC’nin bölgede dinî inanç ve ibadetleri engellemesi, Uygurları siyasi hayattan dışlaması ve halka dinî tercihlerinden dolayı zulmetmesi. Siyasi çıkarlar ve bölgesel beklentilerin şekillendirdiği bu görüş farklılıklarına rağmen dünya kamuoyu şu iki görüş üzerinde hemfikirdir: Doğu bloğunun yıkılmasıyla birlikte; Batı Türkistan’a ait diğer devletlerin bağımsızlıklarını kazanmaları Doğu Türkistan’ın bağımsızlık arzusunu ateşlemiş, • 1990 yılı Ramazan ayında bir cami tadilatına ÇHC güvenlik güçlerinin sert müdahalesi neticesinde başlayan ve çok kanlı bir şekilde sonuçlanan Barin Olayları, Uygur bağımsızlık hareketini tahrik etmiş; Uygurları ne pahasına olursa olsun bağımsızlık kazanmaya yöneltmiştir.
(Öte yandan kimi çevreler ise, Doğu Türkistan’ın uluslararası ortamda ilgi çekmesinin nedenleri arasında, sahip olduğu geniş karbon ve hidrokarbon rezervlerini de saymaktadır). ÇHC’nin sistematik propagandası Doğu Türkistan Bağımsızlık Hareketleri’ni (DTBH) köktendinci terörist faaliyetler gibi lanse etmekteyse de bu hareketlerin özelliği; coğrafî, tarihî ve bununla bağdaştırılabilecek olan kültürel nedenlerle ayaklanmaya ve şiddet dışı mücadele doktrinlerine de uygunluk göstermektedir.
Ünlü Tarihçi Jean Paul Rouxa göre Uygurların soyları, Hiong-Nular’ın [Hunlar] ardılları olan Kao-Kiu Ting-Lingler’e (ya da Tö-Lolar, Tie-Lolar) kadar dayanmaktadır. Bilinen ilk Uygur Devleti, 744’te Kutluk Kül Bilge Kağan tarafından kurulmuştur. 840 yılına kadar (yaklaşık 100 yıl) hüküm süren Uygur Devleti’nin sınırları; kuzeyde Baykal Gölü’nün kuzeyinden güneyde Tibet ve Çin Seddi’nin güneyine, batıda Seyhun (Siri Derya) Nehri’nden doğuda Mançurya’ya kadar uzanmaktaydı. Bugün, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı forsu üzerinde bulunan ve tarihte kurulmuş on altı Türk devletini temsil eden onaltı yıldızdan birisi de Uygur Devleti’ne aittir. Bu ilk Uygur Devleti, 840 yılında Kırgızlar tarafından yıkılmış ve bünyesinden üç ayrı Uygur kökenli devlet çıkmıştır: İdikut (Turfan) Uygur Devleti (840 – 1275), Kensu Uygur Devleti (870 – 1225) ve Karahanlı Devleti (870 – 1213). Karahanlı Devleti topluca İslâmiyeti kabul ettiği bilinen ilk Türk Devleti olduğundan, Uygurların da bu dönemde Müslüman oldukları söylenebilir.
Orta ve Modern Çağ boyunca Moğolların ve diğer Türk hanlıklarının bünyesinde yaşayan Uygurlar’ın 1514’te Yarkent, Kaş- gar ve Hoten bölgesinde Seidiye Devleti’ni kurdukları ve burada 1675’e kadar hüküm sürdükleri görülmektedir. Doğu Türkistan’ın bağımsızlığını kalıcı olarak yitirmesiyle sonuçlanacak olan olaylar zinciri, bu devletin kurulmasıyla başlar. Seidiye Devleti, kurulmasından itibaren Hocalar’ın etkisi altında kalmıştır. 1674’e gelindi- ğinde ise Aktaglık ve Karataglık Hocaları’nın çekişmeleri doruğa ulaşmış ve Aktaglık Appak Hoca’nın V. Dalay Lama ve Kalmuklar ile yaptığı ittifak sonucunda Seidiye Devleti yıkılmıştır. Seidiye Devleti’nin Kalmuklar tarafından yıkılmasından sonra, 1759’daki Mançu-Çin istilasına kadar sürecek olan Hocalar Dönemi başlamış olur. Bu dönemin günümüze yönelik en büyük etkisi, Aktaglık ve Karataglık Hocalar arasındaki zaman zaman birbirlerine karşı Çin ve/veya Kalmuklarla ittifak yapacak kadar ileriye giden iktidar çekişmesinin, Doğu Türkistan’ı zayıflatması ve ülkeyi Çin’in istilasına açık hale getirmesidir.
Eberhard, Mançu–Çin sülalesi’nin Hocalar Türkistanı’nı işgalindeki ana nedeni, “emniyet kordonu” kavramıyla açıklar. Ona göre Çin, kuzey sınırlarının güvenliği için Moğolistan’ı alarak Moğolistan’ın güvenliği için Türkistan’a, Türkistan sınırının güvenliği için de Tibet’e doğru yayılmalıydı. Hatırlanacağı üzere Fransız İhtilali’nin ünlü Liberté, Égalité, Fraternité (Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik) sloganı; siyasette Liberalizm, Sosyalizm ve Nasyonalizm akımlarına ilham kaynağı olmuş, yine bu fikir akımları neredeyse 20’nci yüzyıl boyunca karşıt gö- rüşteki fikirlerle mücadele etmişlerdir. Doğu Türkistan’daki mücadelenin İkinci Çin İstilası’ndan sonraki bölümünü ise bu bağlamda değerlendirmekte yarar vardır. Zira Çin coğrafyası, 20’nci yüzyılın başında tam da böyle bir mücadelenin alanı haline gelmiştir.
İmparatorluğu yıkan milliyetçiler, Çin topraklarında birliği sağlamak için çabalarlarken; kuzeyde Japon, güneyde komünist, güneybatıda Tibet, batıda ise Doğu Türkistan ayaklanmalarıyla uğraşmak durumundaydılar. 1927’de milliyetçilerden ağır bir darbe yiyen komünistler, Mao Zedung önderliğinde yöntem değiştirdiler. Cenbo-da’nın “Esnek Politika” olarak adlandırdığı bu yeni yöntem, Mao’nun Uzatmalı Savaş Stratejisi’nde “ezilen köylü – işçi halkların ittifakı” olarak yer buldu. Komünistler, kendi kaderlerini tayin hakkı vaadiyle, Çin halklarını milliyetçi hükümete karşı mücadeleye sevk ettiler.
Bu nedenle Doğu Türkistan Türkleri de komünistleri desteklediler. Karaca’ya göre, 1938 yılında Çin Komünist Partisi’nin altıncı kurultayında “Çin’deki azınlık milletler Çinlilerle eşit haklara sahip olacak” beyanatı, Türkleri komünist güçlerin yanında yer almaya itmiştir. Ne var ki Mao, devrimi başarıya ulaştıktan sonra bu vaatleri göz ardı etti. Daha doğrusu Türkleri, Tibetlileri, diğer azınlıkları ve milliyetçileri destekleyen herkesi, vaatlerinin dışında tuttu. Tutuklamalar, düzmece yargılamalar, hatta yargısız infazlarla komünist devrim sağlamlaştırılmaya çalışıldı.
Doğu Türkistan işgal edildi ve yeni anayasadaki “Ulusal Azınlıkların Bölgesel Özerkliği” prensibine dayanılarak bölgede otonom idareler kurulmaya başlanıldı. Yani Doğu Türkistan’ı teşkil eden iller ve nahiyeler ayrı ayrı özerkleştirildiler. Bu işlem tamamlandıktan sonra Doğu Türkistan’a 1 Ekim 1955’te “Sincan Uygur Özerk Bölgesi” (SUÖB) adı verildi. Böylece SUÖB, içinde otonom bölgelerin yer aldığı özerk bir bölge haline gelmiş oldu. Bu değişik özerklik uygulamasına, ÇHC merkezî hükümetinin ileride ayrıntılı olarak değinilecek politikaları da eklenince Doğu Türkistan adı ayaklanmalarla anılır hale geldi.
Uygur ayaklanmalarının önemli kırılma noktalarından birisi, Sovyetler Birliği’nin 1979 yılında Afganistan’ı işgalidir. İşgali izleyen aylarda ABD ve ÇHC ortak düşmana karşı bir iş birliğine giriştiler. ABD’nin ana üssü Pakistan iken, ÇHC’nin üssü Doğu Türkistan oldu. Doğu Türkistan, ÇHC’nin Sovyetler Birliği’ne karşı İslâm’ı silah olarak kullandığı bir yer haline geldi.
Doğu Türkistan’da (Uygur özerk bölgesin)’de kurulan kamplarda mücahitler eğitildi, tedavi edildi, barındırıldı. Shichor’a göre Uygur Özerk bölgesi, Afgan mücahitlerinin eğitim üssü olarak kullanılıyordu.Pakistan’da 300 askerî danışmanı olan ÇHC ordusu; Afgan mücahitlerine Çin silahlarının kullanımı, patlayıcı, muharebe taktikleri, propaganda teknikleri ve espiyonaj eğitimi vermek üzere Kaşgar ve Hoten’de de kamplar kurdu .ÇHC, Doğu Türkistan’ı Sovyetlere karşı savaşın bir üssü haline getirirken aynı zamanda bölgeye dinî aşırılıkların tohumlarını da atmış oldu. Shichor, “Ekim 1979’dan itibaren [ÇHC’nin Hac ziyaretlerini yeniden serbest bıraktığı tarih] Mekke’ye giden binlerce Doğu Türkistanlı Müslüman Türk , İslâmî aşırılığı ve köktenciliği besleyen dinî yayınlar ve video kasetleriyle döndüler” diyerek, bu tarihlerde aşırılıkların temellerinin atıldığını işaret eder.
Böylece DTBH 1980’lerden sonra siyasî motifli silahlı bir yapıya dönüştü ve ironik bir şekilde de eylemsel sistematiğe kavuştu. Aynı dönemde ÇHC hükümetinin eskiden beri var olan ve gittikçe artan sert müdahaleleri, ayrılıkçı hareketler konusundaki kararlılığını pekiştirirken Doğu Türkistan Türkleri’nin mücadelesini ve direnişini daha da sertleştirdi. Böylece 1980’lerin sonundan itibaren, şiddeti Hanlı yaşam alanlarına yayma stratejisi uygulanmaya başlandı.
1990’lı yılların başındaki en önemli olay hiç şüphesiz Barin Ayaklanması’dır. 5 Nisan 1990’da Cuma namazı sonrası protesto gösterisi yapmak isteyen Uygur öğrencilere Çin polisinin çok sert karşılık vermesi üzerine Barin’de olaylar büyüdü. Ayaklanmayı bastırmak için ordu güçleri, hatta hava kuvvetleri devreye sokuldu. Olaylarda yaklaşık 3000 Uygur sivil öldürüldü. Patrick, Barin Ayaklanması’nı, Uygur halkındaki “küresel cihad” fikrini uyandıran bir hadise olarak nitelendirir. Gelinen noktada dünya kamuoyu DTBH’ye temkinli yaklaş- maktadır. Pek çok ülke silahlı Uygur gruplarını terörist olarak kabul etmekte; bununla birlikte çoğu Batılı ülke de şiddet içermeyen Uygur siyasî yapılanmalarına faaliyet olanakları sağlamaktadır.Örneğin; Karaca’nın belirttiğine göre, 14 Eylül 2004 tarihinde on dört kişiden oluşan “Doğu Türkistan Cumhuriyeti Hükümeti”, kongre üyesi Jo Ann Davis’in girişimiyle ABD parlamento binasında kurulmuştur. Uygur direnişi, son yıllarda yavaş bir şekilde gelişmekteyse de sesini dünya kamuoyuna daha çok duyurmaktadır.
Bovingdon, Uygur direnişinin aldığı son şekli şu başlıklar altında toplamaktadır: • Asimilasyonist Çin ulusu (Zhonghua Minzu) formülünün reddi, • Çin Komünist Partisi’nin bütün halkın siyasi ve ekonomik eşitliklerden memnun olduğuna dair iddialarının reddi . • Uygur özerk otonomi sisteminin eleştirilmesi, • Açık bağımsızlık talepleri. Çin’in Karşı Koyma Stratejisi: Sert Vuruş, Azami Baskı20 ÇHC son yüzyılda, azınlıklara karşı tavizsiz ve sert olmakla suçlanmıştır. Bunun ardında yatan pek çok neden arasında en göze çarpanı milliyetçilik anlayışıdır. Dikkat edilmesi gereken nokta, Deng reformları sonrası, ülkede ekonomik anlamda Marksist uygulamalardan giderek uzaklaşılmasıyla kendini reform öncesi komünist olarak tanımlayan resmi ideolojinin giderek milliyetçi bir söylemle tanımlanmaya başlanmasıdır.
Çin milliyetçiliğindeki yükseliştedir. Öte yandan ÇHC yetkilileri, milliyetçilik ve sert tutuma yönelik eleştirileri kesin bir dille reddetmektedir. Wang’a göre ÇHC, geçen yüzyılda ayrılıkçılık ve aşırılıklarla en çok mücadele eden devletlerden biri olmuş, buna rağmen bünyesindeki muhalefete karşı yapıcı ve insancıl olmaya gayret etmiştir. Öte yandan Doğu Türkistan, ÇHC’nin Türkistan politikalarında hayatî öneme sahip bir bölgedir. Amanov, ÇHC’nin tüm Türkistan coğrafyasıyle ilgili bölgesel çıkarlarının askerî olmaktan çok, ekonomik ve enerji alanlarına yönelik olduğunu, bu bağlamda SUÖB’nin bölgeyle olan etnik yakınlığı ve sınırdaşlığının stratejik bir önem teşkil ettiğini belirtir.
ÇHC’nin milliyetçilik anlayışı ile ilgili olarak “55 Azınlık” politikasına da kısaca değinmekte yarar vardır. Resmi hükümet verilerine göre, ÇHC bünyesinde 56 etnik grup bulunmaktadır. ÇHC, “Milli Bölgelerin Özerkliği” politikası gereği, vatandaşlarını etnik gruplara ayırmakta ve kendi bölgelerinde dil, din, vb. otonomiler vermektedir. Çıplak, “55 Azınlık” sınıflandırmasının, gerçekte ÇHC’nin sınırları içinde yaşayan birçok farklı dil ve lehçeler ile kültür yapıları olan toplulukların varlığının yok sayılması üzerine kurulmuştur.
Görüldüğü üzere milliyetçilik temeli üzerinde inşa edilen ÇHC’nin varsayılan ayaklanmaya karşı koyma stratejisi, her biri birer alt strateji olarak da nitelenebilecek olan aşağıdaki taktik yönelişlerle açıklanabilir. Çalışmanın bu bölümünde ÇHC’nin stratejisi ayrıntılı bir analize tabi tutulmayacak, müteakip safhada yapılacak olan DTBH’nin stratejik analizi için gerekli olabilecek verilere yer verilecektir. Şüphesiz ÇHC’nin “Karşı Koyma Stratejisi” için de benzer çalışmalar yapılmalıdır.
1. Nüfus ve Kendine Benzetme Yönelişi: Wang, 1993’te Doğu Türkistanın(Uygur Özerk bölgesi) yerleşimsiz güney bölgesinin (Tarım Havzası ve Taklamakan Çölü) şirketler ve özel kişilerin keşif ve araştırmalarına açık olduğunu ilan etmesinden sonra; SUÖB’ne yönelik Han akınının bölgedeki demografik yapıyı alt üst ettiğini belirtir.26 Wang’a göre 1949’da %90 olan Uygur nüfusu, 1996’da %48’e gerilemiştir. 2012 sonunda bu oran yaklaşık %45 Uygur, %41 Han, %14 diğerleri şeklindedir. Nüfus ve kendine benzetme yönelişinin iki önemli ayağı bulunmaktadır. Birincisi; Hanlı göçünün teşviki, ikincisi ise Uygur nüfusuna yönelik doğum kısıtlamalarıdır. Göçün teşvikinde ana argüman bölgesel kalkınma hedefi iken, doğum kısıtlamalarının ana argü- manı aile planlaması ve tasarruftur. ÇHC, SUÖB’ne yönelik Hanlı göçünü teşvik etmekle hem jeopolitik durum üstünlüğü sağlamayı hem de doğal kaynaklar üzerinde hak iddialarının önüne geçmeyi ummaktadır. Diğer taraftan, Uygur halkı üzerinde doğum kısıtlamaları yaparak demografik dengenin yeniden sağlanabilme ihtimalini de ortadan kaldırmaktadır. Bu bağlamda nüfus ve kendine benzetme yönelişinin hedefi, ÇHC’nin batı kesiminde Uygur olmayan yeni bir Uygur Özerk bölgesi kimliği yaratabilmektir.
2. Aşırılıkla Mücadele Yönelişi: ÇHC’nin 11 Eylül 2001’den sonraki ana söylemlerinden birisi haline gelen aşırılıkla mücadele, Doğu Türkistan’ın bağımsızlığı için mücadele veren bütün kişi ve kuruluşları terörist kabul etmeye dayanmaktadır. Bu söylemde ÇHC’nin yalan kanıtlar üzerinden, Doğu Türkistan için bağımsızlık mücadelesi veren örgütleri El Kaide ile bağlantılı göstererek uluslararası kamuoyunda Uygurların tamamının aşırı dinci teröristler gibi algılanılması yalanına dayanır. 3. Eğitim Yönelişi: Bu strateji, Nüfus ve Kendine Benzetme Yönelişi’nin bir sonucudur. ÇHC’nin söylemine göre Uygurlar, SUÖB’de yaşayan ve Türkçe konuşan bir halktır. Bu söylem sıklıkla dile getirildiği için, uluslararası akademik çalışmalarda da genel kabul görmüştür. Öte yandan söylem bu haliyle sınırlandırılmış, daha fazla açılma gereği duyulmamıştır.
Aslında söylem, “Uygurlar Türkî bir halktır, ama Türk değildir” anlamında kullanılmaktadır. Bu şekilde bir söylem geliştirmenin eğitim yönelişi açısından Uygurları; Türk Dünyası’ndan ayırmak ve yalnızlaştırmak, ana dillerini konuşma durumu söz konusu olduğunda çağdaş linguistikte bir karşılıkları olmadığını ispatlayabilmek ve Uygur lisanının antik çağlarda yaşamış olsa da artık eskimiş ve köhnemiş bir dil olduğu savını kuvvetlendirmek gibi maksatlara hizmet ettiği söylenebilir.
Bu bağlamda eğitim yönelişinin yöntemlerini şu şekilde sıralamak mümkündür: • Azınlık dilleri ile eğitim yapma hakkı vermek; ancak okullarda sınıfları Çince ve diğer diller şeklinde ayırarak SUÖB’de Uygur Türkçesi’ni fiilen ikincil dil statüsüne sokmak, • Uygur dilinin grameriyle oynamak ve bu dile ödünç kelime vermek, Uygur Türkçesi ile yazılmış eserlerin basımını ve yayımını kasıtlı olarak engellemek ya da sınırlamak, • Okullarda ve günlük yaşamın her kesiminde Çince’yi özendirip, halkı Uygur Türkçesi’nden soğutmak Doğu Türkistan’ın bağımsızlığı için çalışan tüm grupların ortak bir liderlik bünyesinde toplanmalarının, bağımsızlık hareketini güçlendireceği,Çin sömürgeciliğine karşı etkili mücadele edeceği bir gerçektir.
Kaynakça:
Roux, J. P. (2007, s. 160.). Türklerin Tarihi
Doğu Türkistan İslâm Cumhuriyeti (1931 – 1934) ve Doğu Türkistan Cumhuriyeti (1944 – 1949). Karaca, K. (Kış 2007, s. 224). Türkiye-Çin Halk Cumhuriyeti İlişkilerinde Doğu Türkistan Sorunu. Gazi Akademik Bakış. (1/1), ss. 219 – 245.