Aslında kıyamet sandığımızdan çok önce koptu. Sonra dünya sessizliğimden yeniden oluştu. Fakat bu kez gaz ve toz bulutu yoktu. Küçük bir oda, birkaç güzel şarkı, bir bardak kahve ve hiç tamamlanmayacak yarım yazılar; Tanrı rolünü kusursuz oynadılar…
Önce gök ve yer… Gölge ile ışık… Gece ile gündüz… Birinci günün sonu… Adından da su ile yeri ayıracak bir şey, hah evet, gökkubbe… Ve ikinci günün sonu… Kara ile deniz, bir de ağaçlar; üçüncü günün de sonu… Dördüncü gün: Güneş, yıldızlar, mevsimler… Beşinci gun: denizde balıklar, gökte kuşlar, her yerde türlü canlılar… Ve nihayet altıncı gün; önce sen ve sonra ben; ve ardından tüm diğer insanlar…
Her şey 6 gün sürdü… 6 günüm 4 bucuk milyar yılına denk düştü yaşamın… Tüm bunlar bittiğinde kurulmayı beklerken kaderine terk edilmiş cümleler beynimi kemiriyor; sabırsızlandıkça avuç içlerimi kanatıyordu. Yazamadıkça tüm renklerim soluyor, bana ait olmayan kötü bir ruh bedenimi ele geçiriyordu. Tenimden ellerinizin alfabesi silinerek yastığıma yorganıma bulaştı. Bu halim ise beni öldürmeyeceğini bildiğim halde öldürsün diye dua ettiğim bir hastalık halini aldı.
Kalabalıklarınızda yalnızlığım öylesine sahipsiz kaldı ki; bana ait olduğu halde ben bile istemiyorum artık onu. Oysa bir sekilde alıştığımı ve hatta sevdiğimi sanırdım. Şimdi ise kanayan dizlerimle bir duvarın dibine sessizce oturdum. Günün her saatinde yoğun, hiç boşalmayacak sokaklarının birinde karnını doyurmak için merhametine muhtaç bir dilenci gibi belki bana rastlarsın diye seni bekliyorum. Bir melodi dilimde, durmadan başa sarıyorum. Diyecek fazla bir şeyim de yok, ben zaten sadece derdimi anlatacak kadar şarkı biliyorum…