Bu sabah uyandığımda gözlerimi ‘Kürk Mantolu Madonna’nın son sayfalarına açtım. Kitabı uzun bir süre okumaktaydım, araya giren tatil vs. işler kitabı vaktinden daha uzun bitirmeme sebep oldu. Lakin önemi yok, tam anlamıyla kitabı idrak edebildiğimi ve beni etkilediğini düşünüyorum. Çünkü kitabı bitirdiğimdeki tepkim bu yazıyı yazmadan henüz saatler öncesi…
Öncelikle kitap Kuyucaklı Yusuf kitabının da yazarı olan kendini ‘solcu’ diye tanımlayan Sabahattin Ali’ye ait. Yazarın kitaplarında gördüğümüz psikolojik bilgisinden çok gündelik yaşantısı ve siyasetiyle uğraşmasından sosyoloji alanında da etkili biri olduğunu görüyoruz. Geçen günlerde Kürk Mantolu Madonna kitabının bir televizyon programında sözü geçmiş, yayıncılardan biri ‘Madonna’nın hayatını anlatıyor kitap, ben beğendim’ demişti. Hali ile büyük de tepki aldı. Kitap yayımlandığında ortada ne sanatçı Madonna vardı ne de kitabın Madonna ile bağlantısı. Günümüz televizyonculuğunun bu kadar vasat altında bir kalitesi olması fazlasıyla yakındığımız bir konu ama bu başka bir blogun konusu. Bu blogta Kürk Mantolu Madonna kitabına eleştirimsi bir bakış açısıyla yorumlarımı aktarayacağım.
Öncelikle güzel eleştirilerimden başlayayım. Kitap gerçekten akıcı ve etkileyici. Okuyucuya sıkkınlığı da öfkeyi de aşk dolu hisleri de bir hayli aşılıyor. Her roman okuyucusunun bu kitapta kendini bulduğu bir parça, bir paragraf mutlaka vardır desem abartmış olmam. Özellikle benim için de kitabın en etkileyici sözü son sayfalarında yer alan şu paragraf olmuştur:
‘Tesadüf seni önüme çıkarmasaydı, gene aynı şekilde, fakat her şeyden habersiz, yaşayıp gidecektim. Sen bana dünyada başka bir hayatın da mevcut olduğunu, benim bir de ruhum bulunduğunu öğrettin.’
Hepimizin tesadüfen ya da normal bir şekilde tanıştığı bir zamanlar ‘vazgeçilmez’ düşündüğü bir aşkı, bir sevdası vardır. Yoktur diyenlerin bile ya unuttuğu ya da hatırlamak istemediği ve bu sebeple artık zihninden sildiği ya da bir şehre duyduğu ayrıldıktan sonra eski huzurunu bulamadığı o ruhu, o aşkı içinde bir yerlerde saklamaktadır.
Hayatımız ölümümüzle son bulacak bir tren yolculuğu gibi. Belli istasyonlarda durup hislerimizi ve ruhumuzu doyurduktan sonra yolculuğa hep yoldakilerle devam ederiz. Bazen istasyonlarda çok değerli bildiğimiz yoldaşlarımızı bırakmak zorunda kalırız bazen ise çok değerli bildiğimiz insanları hep istasyonlarda tanırız. Sizin de hiç olmadı mı, hayatınıza birkaç ay girip birkaç yıl tesir eden kişiler? İşte bu hayat yolculuğunda duraksadığımız istasyonlara ve aslolan hayatımızın devam ediyor olduğu gerçeğine bağlıdır.
Kitaba çok detaylı girerek kitabı okumayan blog okurlarını fazla anlamsız bakışlara bırakmak istemiyorum ama şöyle ucundan herkese hitap edilecek bir şekilde örneklerle anekdot geçeyim.
Ana karakter Raif’imizin de Türkiye topraklarında olan bu yaşam yolculuğu iş bulma uğraşıyla Almanya’ya birkaç ay uğramakla geçiyor. Raif burada Avrupa’nın sanat mucizeliğini seyrederken bir tablo görüyor. İlk bakışta tutulduğu bu tablo onun yaşam yolculuğu boyunca hiç unutamayacağı bir istasyon macerasının temelini atıyor. Bu tabloda Raif’e göre çok güzel ve naif bir kadın olmaktadır. Bu kadın ise kitabımızın Kürk Mantolu Madonnası Maria Puder’den başkası değildir. Raif öylesine aşık olduğu bu tabloya her gün gelip giderken sonunda Maria Puder tarafından farkediliyor ve ikili arasında o amansız aşka bulanılmış dostluk başlıyor. Raif ülkesinde çok değerli görünen biri, tırnak içinde ‘adam yerine konan’ biri değil fakat gurbet memleketinde tanıdığı bu kadın onu tanır tanımaz çok büyük bir hayranlıkla bakıyor. Bunu neden söyledim? Çünkü bence Raif’in Kürk Mantolu Madonnasına tutuluşunun da en önemli ama okurken gözden kaçan kısmı bu. İlk defa Raif değerli hissediyor, ilk defa Raif gerçek ve kendine özgü bir şeyler yaşıyor. Bunu sağlayan Maria Puder’e ise olağan bir şekilde aşık oluyor. Zamanla bu ikili birbirleriyle samimi oluyor ve Maria bir gün hastalığa kapılıyor. Maria’nın Raif’e en ihtiyacı olduğu zaman Raif ülkesinden bir mektup alıyor ve pek de sevmediği hoyrat babasının öldüğünü öğreniyor. Umudu kesilmiş bir ölü için Raif o an ne Maria’yı bir daha göremeyeceğinden habersiz ne de Maria’nın karnında bir çocuk bıraktığından… Ondan sonra ne çocukla birlikte olabiliyor – bir kez görmek dışında – ne de Maria ile. Çünkü Maria da Raif’ten çocuğunu doğrurken hayatını kaybediyor. Tüm bunlar olurken Raif nerede, ne yapıyor oluyor? Evli ve çocuk sahibi, iş başında… Kendisine göre Maria kadar sevmediği bir eş ile evleniyor. Sonra hasta olduğunda eşi ve çocuklara Raif’e büyük bir düşkünlükle bakarken Raif hâlâ Maria için siyah defterine bir şeyler karalıyor oluyor. O hoyrat dediği babasından daha da hoyrat ve hiçbir günahı olmayan eşini ve çocuklarını mahveder bir duruma geliyor fakat asıl olay Raif’in hiç bu açıdan bakmayışı. Hep kendisinin ezilişini görmesi. Kitap okurlarının en çok yorumu ‘Raif ne kadar iyi bir insan, ne kadar naif kişilikli, ona çok acıyorum’ olurken ben Raif karakterini çok ahlaka yakın bulamadım. Hem Maria’yı hem de kendi ailesini ölüme, ruhani bulanıklığa sebep olduran da hep Raif karakteri…
Şimdi gelelim asıl konumuza. Hepimizin içinde yaşadığı o ‘tesadüfen’ tanıştığı ama hayatının sonuna kadar etkileyeceği kişiler vardır. Kimi zaman araya evlilikler de çocuklar da girse insan bazen bu kişileri unutamıyor. Zaman zaman biz de Youtube’da gecenin bir yarısı atılmış bir arabesk türküsünün yorumlarında bu tarz kişilere rastlıyoruz. Bazen onlara acıyoruz da. Evet belki acınacak çok yanları vardır ama diğer bir odada eşinin ve çocuklarının uyuduğunu varsaymazsak… Anadolu’da bu tip olaylar çok görülür. Raif de bu karakteriyle tipik Anadolu insanın onurlu görünümlü ama aslında ahlaksızlıktan başka bir şey olmayan çok özelliğini taşır. Çünkü Anadolu engeller başkentidir. Töreler, adetler, işler, tarlalar insanı istediği hayatı yaşatamaz. Kabul edildiği hayatı yaşatır. Bu yüzden hep derim Anadolu’yu ısrarla medeniyetlerin başkenti olarak gösteren eğitimcilerimize: Anadolu hiçbir zaman medeni olmadı, diye. İnsanların hayatlarına katı normlarla karışan başka bir medeniyet daha yoktur. Varsa o da Anadolu’dan farksız değildir. Burada kinim sadece Anadolu topraklarına değil. Cennet gibi yerler ama ah insanları cehennemlik olmasa…
Siz, siz olun hayata karşı hep inançla bakın. Aldanmalara, haksızlıklara karşı yine de inanmaya devam edin. Bir insanı en saf duygularınızla sevmiş olabilirsiniz ve yolunda gitmeyen bir takım durumlar olmuş olabilir. Bu imkansız değildir. Asıl imkansızlaştırdığınız bir defa bir kereye inanıp aldandığınız için başka kimselere inanamayaşınızdır. Hayat böyle iniş, çıkışlarla bir kumar masası gibidir. Birinin günahı, bir başkasının sevabını engellemesin. İnanın, bağlanın belki yıkılın ama bir daha da kalkmasını bilin. Yolculuğumuz uzun, duracağımız ise çok istasyon var. Hem kim bilir, belki bir dahaki istasyondan binen yolcu ölümümüze kadar uzunan hayat yolculuğumuzun hiç duraksamayan bir yoldaşı olur. Ah sevgili okurlarım, inançla kalın!