Saatlerce yürümüştüm. Bir de bu yağmur beni bir hayli yıpratmıştı. Sanki biri bir
kova suyu başımdan aşağı döküyordu. Çok yorulmuştum. Bir yerlere oturup, sıcak bir şeyler içmem gerekiyordu. Mesela sıcak bir çay yanına da sobanın üstünde kızarmış bir ekmek… Off! bir adım atacak halim kalmadı. Şu an da kendimi üç kelimeyle anlatsam “açım, yorgunum ve üşüyorum” olurdu. Bir an elimdeki bavullarla yere çömelmiştim ki kafamı kaldırdığımda gözlerime inanamadım. Aman Allah’ım! Ne görüyorum. Gözlerim bana oyun mu oynuyor. Yoksa serap mı görüyorum. Şu karşımda gördüğüm bir baca dumanı mı? Az ilerde küçük bir kulübe olabilir. Az daha dayanmalıyım. Orada biraz dinlenip, karnımı doyurup yoluma devam ederim. Elimdeki sopadan güç alıp yürümeye devam ettim. Az gittim uz gittim dere tepe düz gittim ve sonunda kulübe karşımda duruyordu. Küçük, mütevazi bir kulübeydi. Kulübenin küçük tahta merdivenlerinden çıktıktan sonra kapının hemen sağ tarafında bir sedir ve masa duruyordu. Bir de küçük şirin bir de penceresi vardı. Pencerenin önündeki birkaç saksıda çiçekler vardı. Sonra tahta kapıyı iki kere vurdum ve kapıyı orta yaşlı, başında beyaz bir yemenisi olan bir kadın açtı. Kadının yüzüne baktığımda tam bir Anadolu kadınıydı. Çok çile çekmiş olduğu yüzünden ve ellerinden belliydi. Bana “kimsiniz, burada ne yapıyorsunuz.” Dedi. “Merhaba adım Aslı. Öğretmenim ben. Boz Höyük köyüne yeni atandım. Galiba köye birkaç kilometre daha var. Çok yoruldum. Bir bardak suyunuz varsa verebilir misiniz?” Bunun üzerine kadın: “tabi buyurun size sıcak bir çorba ikram edeyim.” Kadının içeri davetiyle, ayakkabılarımı kapının eşiğinde çıkararak içeri girdim. İşte Anadolu insanı dedikleri gibi misafirperverdi. Sen bir bardak su istersin, o seni evinde misafir eder.
İçeri girdiğimde yüzüme bir sıcaklık çarptı. Sobanın sıcaklığı bütün odayı ısıtıyordu. Bir anda içime bir rahatlama geldi. Bütün o yorgunluğum şu birkaç dakikada geçti gitti. Sobanın yakınındaki bir sedire oturdum. Sobanın üstünde fokurdayan bir çaydanlık ve bir tencere vardı. Bu galiba kadının bahsettiği çorba olmalıydı. Odunlar, sobanın içinde çatır çatır yanıyordu. Şu görüntü ne kadar da huzur vericiydi. Ayrıca başımı sağ taraftaki duvara çevirdiğimde geyikli bir duvar kilimi gördüm. Hani eskiden ninelerimizin, dedelerimizin köy evlerinden olduğu gibi. Harika bir manzaraydı. Ben bu şekilde etrafımı seyre dalmışken, Bir an da kadın elindeki tepsiyle çıkageldi. Tepsiyi önüme koyduğunda; dumanı üstünde tarhana çorbası, iki dilim ekmek ve su bir bardak su vardı. Çorba halen daha çok sıcaktı. Çorbadan bir kaşık içtiğimde beni alıp o küçükken izlediğim keloğlan filmlerine götürdü. Hani keloğlan bu çorba ile padişahın kızını iyileştiriyordu da prenses derin bir uykudan uyanıyordu. İşte ben de yıllarca uyuduğum o derin uykudan uyandım. Televizyonda görmekle, kitaplarda okumakla Anadolu’yu öğrenmek bir değilmiş hissetmek gerekiyormuş. İşte bu çorba da tam bir Anadolu kokusu vardı. Tarladan biçilen ekinin, öğütülüp buğday oluşu sonra değirmenlerde o buğdayın un haline getirilmesi bir mucize değil mi. Aslında biz de bu buğday tanesi gibiyiz. Doğuyoruz, büyüyoruz…
Ben çorbamı içip bitirmiştim ki kadın bir çay doldurdu. Ben çayımı şekersiz
içtiğimden dolayı şeker istemedim. Odada bizden başka üç çocuk daha vardı. Biri dört, biri sekiz ve biri de on iki yaşındaydı. Sekiz yaşında olan erkek çocuğu ödevlerini yapıyordu. Muhtemelen matematik ödeviydi. Çünkü sayılarla boğuştuğu yüzünden belliydi. On iki yaşında olan kız ise karşımdaki sedire oturmuş örgü örüyordu. Son olarak dört yaşındaki kız çocuk ise iki tane tahta araba ve bir tane bez bebekle oynuyordu. Kadının sohbeti o kadar tatlıydı ki bu sohbet hiçbir zaman bitsin istemedim. Türkçeyi o kadar güzel konuşuyordu ki şehirde tanıdığım tüm insanların konuşmasına bin basardı. Tabi arada Anadolu şivesiyle konuştuğu için ben biraz anlamakla güçlük çekiyordum. Ama bu da yemeğin tuzu biberi olsun. On iki yaşındaki kızın okula gidip gitmediğini sordum. Bu soruyu neden sordum. İnanın nedeni ben de bilmiyordum. Bir an ağzımdan öylece çıkıverdi. Kadın sorumu oldukça nazik bir şekilde yanıtladı. “Ayşe, çok zeki ve çalışkan bir kızdır. İlkokulda bütün dersleri çok iyiydi. Eline ne geçerse okur hiç boş bırakmaz halen de böyle. Fakat ilköğretimden sonra köyde ortaokul olmadığı için ve şehirde bir çocuk okutmanın hem çok masraflı hem de uzak olduğu için okula göndermedik.” Bu sözleri söylerken ister istemez gözleri dolmuştu. O an ne diyeceğimi şaşırmıştım. Ama Ayşe’nin okuyabilmesi için elimden geleni yapacağıma söz verdim. Şehirden ona bir burs ayarlayarak okumasını sağlayabileceğimi söyledim. Tabi kadın,
başta bu sözlerime inanmadı. İnsanlar öylece durup dururken bir çocuğun okuması için para mı verirler diye söyledi. Kadını buna inandırabilmek için çok dil döktüm. Büyükşehirlerde eğitim için kurulan derneklerden vakıfların verdiği burslardan falan bahsettim. Ben o an “yapabilirim, başarabilirim, Okutabilirim” gibi sürekli olumlu sözler söylerken kadının yüzünde ufak bir tebessüm hissettim. İşte o an içimden bir ses bana şöyle dedi: “Acaba bu küçük kızı şehirde okutabilecek bir güç var mı sen de bunu başarabilecek bir güç. Netice de henüz yeni atanmış bir öğretmensin. Bu kadını bu kadar ümitlendirecek sözleri keşke söylemeseydin Aslı.” Korkuyordum hem de çok korkuyordum. Ama şunu biliyordum ki bu kadar yol yürümem, atandığım köye gitmek için bu yolun beni buraya getirmesi hiç tesadüf değildi. Sanki bir el beni buraya bilerek getirmişti. Çünkü okumaya muhtaç ve bilgiye aç bir çocuk vardı. Ben de bir öğretmendim. Öğretmenlik, sadece sınıfta ders anlatmak değildi.
Okula gidemeyen çocuklara gerekli imkânı sağlamaktı. O an hem kadına hem de kendime Ayşe’nin okula gidebilmesi için elimden geleni yapacağıma söz vermiştim.
Çaylarımızı keyifle içerek kadın ve çocuklarla vedalaşarak bu sıcak ve huzurlu kulübeden ayrıldım. Onlar benim için meslek hayatımın ilk gününde bir aile gibi olmuştu. Kim bilebilir ki bir gün kapılarına yabancı bir misafir gelecek ve onlar için bir umut ışığı, bir meşale ve yönlerini bulacak bir pusula olacak diye. O kapıdan çıktığımda gökyüzüne bakarak derin bir nefes aldım. Sanki o an yeniden doğmuştum. İşte o an Kendimi bulmuştum. Ve başı dik bir şekilde; Bir elimde bavulum, bir elim de yaktığım meşale ile köye doğru yürümeye başladım.
SON
İYİ OKUMALAR