*Daha öncesinde birinci bölümünü yayınladığım için eğer okuduysanız direkt olarak ikinci bölüme geçebilirsiniz ^^*
BÖLÜM BİR
“Bir şeye ihtiyacın olmayacak.” dedi kolumdan tutan gardiyan. “Orada temel ihtiyaçların karşılanıyor. Şanslısın özel hastaneye yatma şansını herkes yakalayamıyor.” İki saniyeliğine durdu ve düzeltti. “Akıl hastanesi.”
Çıkış kapısına geldiğimizde ebeveynlerimim dışarıda olmaması için içimden dua ettim. Şu anda tanıdık bir yüz görmek bana iyi gelmeyecekti. Neyse ki çıkışta beni bekleyen tek şey polis arabasıydı. Gerçi ebeveynler yıllarca büyütüp baktığı çocuğunun suç işleyip, elleri kelepçeyle ıslahevinden çıkarılarak tımarhaneye götürülmesini izlemek istemeyebilirdi. Ama bu benim için geçerli değildi, bana yıllarca bakıp büyütmemişlerdi.
Arabaya binmeden önce gardiyan cebinden bir bez parçası çıkardı ve gözlerimi bağladı. “Önlem için, zorunlu.”
Daha sonrasında arabaya binip tahmini iki buçuk saatlik bir yolculuk sonunda; polislerin sohbetinden bıkmış, ve gerçekten iri yarı olduğunu düşündüğüm iki adamın arasında ezilmiş bir şekilde beklerken araba sonunda durmuştu. Bu yolculuk bir dakika daha uzun sürseydi ellerimdeki kelepçeyle kendimi boğabilirdim. Arabadan çıktıktan sonra gözlerimi açıp açamayacaklarını sorduğumda sorun olmayacağını düşünmüş olmalılar ki isteğimi geri çevirmediler. Görememek beni strese sokmuştu. Her ne kadar dört polisli güvenlikli bir arabada olsam da çevremdeki tehliklere karşı korunmasız hissettmiştim. Neyse ki polisler gerçekten nazik adamlardı; görünüşlerinin aksine.
Gözlerimi açtığımda ve önümdeki bulanık görüntü netleşince devasa beyaz binayı görebilmiştim. Tabii dibimde duran büyük çelik kapıyı ve güvenlik kameralarını da.
Şöfor olan polis kapının yanındaki güvenlik kulübesine yaklaştı ve bir şeyler söyleyip cüzdanını gösterdi. Ardından demir kapı ağır ağır açıldı ve içeri girdik.
Polisler binan kapısının önünde beni bekleyen iki beyaz giyinimli adama teslim edip gittiler. Kelepçelerden kurtulduğuma sevindiğim için adamların kollarımı sıkıca tutup beni sürüklemelerine bir şey dememiştim. Bu arada da ayakkabılarımı çıkarıp bir çift terlik vermişlerdi.
Birkaç dolambaçlı koridor ve merdivenden sonra tabelasında başhekim yazan bir kapının önünde durmuştuk. Adamlardan biri kulağıma eğildi ve sessizce konuştu. “Benden tavsiye olsun, fazla taşkınlık yapma.”
Neden diye soramdan kapıyı açıp beni içeri itmişlerdi. Burası deli hasthanesi değil miydi? Taşkın hareketlerde bulunmamda gerçekten de bir sorun var mıydı?
Tam kafamda canlandırdığım gibi bir yaşlı bir doktorla odada yalnızdık şimdi. Birkaç saniyelik sessizlikten sonra yuvarlak gözlüklerinin üstünden bana baktı ve konuştu.
“Şöyle otur, birkaç soru soracağım.”
~
Tahminen bir buçuk saatlik, oldukça stresli ve rahatsız edici bir buçuk satti, bir sorgu sonucu hekim elime bir kağıt tutuşturdu.
“Al bunu baş hemşireye götür. Bir aşağı katta koridorun sol tarafında sondan iki önceki oda.”
Kağıdı düzgünce tutup odadan çıktım. Ne olmuştu şimdi? Onca şey sonrası, yaşanan tüm bu şeylerden sonra neredeyse bir mezarlık kadar sessiz, bembeyaz bir hastanenin rastgele bir koridorunda öylece yapayalnız duruyordum. Birden bire garip bir farkındalık, bir durumun içinde bulunduğum anı yaşama hissi gelmişti.
Şu durumda düşüncelere dalmanın pek iyi olmayacaktı. Kendime gelmek için kafamı sallayıp omuzlarımı silktim ve aşağı inmek için merdivenleri aramaya koyuldum. Şu hareket her zaman beni kendime getirmeyi başarıyordu. Tüm düşünecelerim bir anda toparlanıyor ve belli bir düzen içerisine giriyordu. Bu duyguyu seviyordum. Böylece kafa karışıklığımın getireceği bir panik atağı çok iyi bir şekilde önleyebiliyordum.
Bir süre etrafta dolaştıktan sonra sonunda sonunda hemşirenin odasını bulabilmiştim. Tam içeri gireceğim anda gözüm elimdeki kağıtta bir şeye takımıştı.
Teşhis: Paranoid Şizofreni ve Bipolar-2 bozukluk.
Başlangıç tedavisi: c7 seviyesinde ilaç tedavisi.
Konulan teşhis tam beklediğim gibiydi ancak c7 ilaç tedavisinin ne olduğu konusunda hiçbir fikrim yoktu. Kağıdı baştan sona okumaya başladığım anda önünde durduğum kapı sertçe açıldı ve korkutucu derecede uzun boylu, çatık kaşlı ve kırışık yüzlü şişman bir kadın bana baktı. Görünüşünden beklenilmeyecek kadar kibar bir sesle neden orada öylece dikildiğimi sordu ve elimdeki kağıdı çekip aldı. Halbuki daha yarısına kadar bile gelememiştim.
“İçeri geç.” diyerek beni kolumdan tutup içeri sürükledi. Sesi nazikti ama emir kipiyle konuşması oldukça sinir bozucuydu.
Beni bir sandalyeye oturttu ve kağıdı inceleyek bir yandan da bir deftere bir şeyler yazdı. Birkaç dakika sonra masanın üzerindeki telefona uzandı ve birini arayıp bir şeyler söyledi. Telefonu kapattıktan sonra da önündeki bilgisayarla ilgilenmeye başladı. Hiçbir şey söylemiyordu ve orada değilmişim gibi davranıyordu. Bu da beni oldukça aptal hissettirmişti ki bu en nefret ettiğim hislerdendi. Neyse ki kapıdan hızlıca giren başka bir hemşire beni bu durumdan kurtarmıştı. Baş hemşire bana döndü ve sordu.
“Sorun çıkaran biri misin?”
“Ş-şey pek sayılmaz.”
Tuhaf ağzını yayarak güldü ve “Kesin öyledir.” dedi. O iğrenç suratı gülünce daha da iğrençleşmişti. Ondan şimdiden nefret etmiştim.
“Her neyse.” dedi odaya yeni gelen hemşire. “Bundan sonra seninle bizzat ilgileneceğim. Gel sana yatakhaneyi, yemekhaneyi ve ortak salonu göstereyim.”
Rahatlamış bir şekilde yerimden kalmtım ve hemşireyle odadan çıktım. Neyse ki burada gerçekten nazik birileri vardı. Kapıları açıp kapama şekilleri dışında. Özellikle çalışanların kapı tıklatma gibi nezaket kurallarından bihaber olduğuna emin olmuştum.
Yatakhane aklınızda canlandırabileceğiniz bir yatakhane nasıl olursa öyleydi. Sevindiğim kısım yatakların ranza değil tekli olmasıydı. Ayrıca çarşaflar temiz ve yataklar rahat görünüyordu. Personel olarak olmasa da imkan olarak özel hastane olmasının hakkını veriyor gibiydi. Bu düşüncem ortak salonu görmemle doğrulandı. Hastanenin zemin katında olan oda hatırı sayılır bir genişlikteydi. Bir köşede televizyon ve koltuklar vardı. Çoğu kişi burada toplanmış kuşlar hakkında bir belgesel izliyordu. Onların biraz arkasında duran uzunca bir masada kağıt ve masa oyunu oynayan birkaç kişi vardı. Onların arkasında şimdiye kadar gördüğüm en ihtişamlı piyanoyu görmüştüm. Resmen gel beni çal diye bağrıyordu. Fakat tek bir kişinin ilgisini bile çekebilmiş gibi görünmüyordu.
Odanın diğer köşesinde, televizyon izleyenlerin karşısındaki duvarda bir grup insan rengarek minderlere oturmuş, derin bir sohbet içerisine dalmışlardı. Onların geri kalanında da uzunca bir kitaplık duruyordu. Kitap okuyan sadece birkaç kişi vardı.
Her şey oldukça normal görünüyordu. Tuhaf veya aşırı hareketler sergileyip, bağırarak garip konuşmaları beklenen hastalar dışında tabii. Islahevinde geçirdiğim günlerde buradaki insanların nasıl olacağını hayal etmiştim. Ve kesinlikle hayalim bu değildi. ‘Oradaki herkesten durmalıyım.’ diye düşünmüştüm. Delilerin sağı solu belli olmazdı. Fakat tüm bu insanlar medeniyetin ortasında doğup büyümüş kişiler gibi uysal ve nazik görünüyorlardı. Birbirlerine karşı olan tavırları kibar ve sakindi. Kimseden zarar gelecek gibi değil demiştim içimden.
Kötü bir olay yaşamam galiba.
Yaşamadım da. Tabii salona girdiğimiz anda tüm kafaların bize dönüp birkaç saniye ardından aralarında fısırdaşmaların başlaması dışında tabii. Kim bilir benim hakkımda neler duymuşlardı. Sadece iki kişinin bile benim hakkımda konuşması bile, iyi veya kötü, yeterince rahatsızlık verebilecek bir durumken büyük bir oda dolusu insanın bunu yapması hem sinir bozucu hem de utandırıcıydı. ‘Eğer neden burada olduğumu biliyorlarsa bana garip davranacaklar.’ diye düşündüm.
Benden uzak durmak isteyecekler. Gerçi bu o kadar da kötü değil. Ama aralarında gerekin yetkililer tarafından yapılmadığıni düşünen adalet manyakları varsa bu çok da iyi değil.
“Yemekhaneyi de göstermek isterdim ama acil bir işim çıktı.” dedi yanımdaki hemşire elindeki telefonu önlüğünün cebine sokarak. Beni düşüncelerimin arasından çekip çıkardığı için memnun olmuştum.
“Yemek saatine kadar burada oyalan. Diğerleri sana yolu gösterir.”
Kafamı sallayarak onayladığım anda hızla salondan çıkıp gitti. Ben de benim hakkımda konuştuklarına yemin edebileceğim yaklaşık yüz hastayla baş başa kalmıştım. Ne yapacağımı bilemediğimden en boş köşeye, piyanonun yanına doğru ilerledim. Yerlerin tamamı halıydı. Bu yüzden piyanonun yanındaki bir köşeye oturup öylece durmaya başladım. Tabii ki de şu anda bir şeyler çalacak falan değildim. Hem uygun bir zaman değildi hem de çalmayı bilmiyordum zaten.
Arada dönüp bana bakan kafalar, bulunduğum yerde daha da küçülmeme ve kötü hissetmeme neden oluyordu. Bir an önce yemek saatinin gelmesini diledim içimden. Sonrasında direkt yatmaya gidecektim.
Aklımdaki şey bu değildi. Umarım zamanla alışırdım buna. Çünkü bundan sonra hep böyle olacakmış gibiydi. Bir süre aptal hissetmemeye çalışarak öylece oturdum. Göze batmak istemiyordum fakat canım sıkılmaya başlamıştı. Sıkıntıdan derin bir iç çektiğim sırada gözüm masanın üzerindeki bir satranç takımına takıldı. Düzenlenmiş ama hiç dokunulmamış gibi görünüyordu. Birkaç saniye fazladan düşünürsem oturmaya devam edecektim. Bu yüzden kalktım ve masaya oturup satrancı önüme çektim. Yaklaşık yedi dakika düşündükten sonra siyah takım olmaya karar verdim ve ilk hamlemi yaptım. Sonrasında beyaz tarafı kendime çevirdim ve onun hamlesini de yaptım. Sonra yine siyah tarafı çevirdim ve başka bir hamle yaptım. Ne kadar süredir oynadığımın farkında değildim ama bunu yapmanın en az oturmak kadar sıktığının farkındaydım. Taşları fevri bir hareketle dağıttım ve tekrar düzenlemeye başladım. ‘Hem kaybettim hem de kazandım.’ diye düşündüm.
Gerçi öbür türlü de aynısı olacaktı.
Tekrar siyah tarafı kendine döndürdüm ve ilk hamleyi yaptım. Tahtayı çevirdiğim sırada yirmisinin sonlarında olduğunu tahmin ettiğim bir kadın önüme oturdu. Esmer tenine rağmen gözaltındaki morluklar rahatsız edici derecede belirgin görünüyordu. Günlerdir uyumuyor muydu yoksa aldığı ilaçlar falan mı onu esrar bağımlısı gibi görünen birine çevirmişti?
“Bilmeyen biri olsa gerçekten iyi oynadığını düşünür.” dedi tuhaf bir aksanla. “Bilgin olsun diye söylüyorum, ilk önce beyaz taraf başlar.”
Siyah taşı yerine koydu ve beyaz tarafı kendine çevirerek fazla düşünmeden en sağ tarafındaki piyanonu bir kare ileri götürdü.
Atlardan birini rastgele bir yere koyarken cevap verdim. “Ciddi oynuyor gibi mi duruyorum?”
“Yüzün gayet ciddiydi.” İkinci piyonunu iki kare öne koydu.
“Kafamda değildim.” Aynı atımı geri yerine geçirdim.
“Belli.” Üçüncü piyonunu da ilerletti.
“Sen kimsin?” dedim. Aynı atı aynı kareye geri götürdüm.
“Burada öylesine biriyim. Sen kimsin?” Tekrar bir piyon oynattı.
Atımı geriye çekerek onu taklit ettim. “Belli. Burada öylesine biriyim.”
“Komiksin.” Beşinci piyonunu bir kare öne koydu.
“Teşekkürler.” Atımı geri çektim.
Yine bir piyon oynatıp sordu, “Neden burdasın?”
Atımı ilerletip tekrar ettim. “Sen neden buradasın?”
Bir piyon daha ilerletti. “Seninle aynı nedenden.”
Aynı hareketi yapmaya devam ederek sordum. “Sen de mi birini öldürdün?”
Elini bir diğer piyonuna götürürken duraksamıştı. “Sayılır.”
“Ne demek sayılır?” dedim atımı eski yerine koyarken.
“Senin gibi genç bir oğlanın böyle bir yere gelmesi üzücü. Umarım en kısa sürede iyileşirsin.” Sona kalan en soldaki piyonu iki kare ilerletti. “Son hamleni yap.”
Atımı kendi karesini koydum ve ayağa kalktım. “Buradan gitmek istediğimi söylemedim.”
Arkamı dönüp televizyon izleyenlere döndüm.
“Peter Pan’le konuş.” dedi kadın sesini biraz yükselterek.
Kafamı çevirip kaşları çattım. “Kiminle?”
Yüzüme baktı ama cevap vermedi. Ani bir hareketle kalkıp çıkış kapısına yöneldi ve öylece çıkıp gitti.
Dönüp salondaki diğer insanlara baktım. Herkes kendi işiyle ilgileniyordu. Yani sadece öyle davranıyorlardı. Odadaki gerginliği yerdeki halılar bile hissedebildiğine yemin edebilirdim.
Ama ne yazık ki umursayacak modda değildim. En iyisi yatakhaneye dönmek ve ailemin göndermesi gereken kıyafetlerin gelip gelmediğini kontrol etmekti. Birileri beni tutacak ve zorla buraya sürükleyecek değildi ya. Zaten garip bir şekilde koridorlar bomboştu. Ne bir hemşire, bir doktor, hasta bakıcı ya da başka biri. Sanki terk edilmiş bir binada insanlar tek bir yere toplanmış bir şeyler yapıyor gibiydiler. Her neyse takılacağım bir durum değildi. Etrafta rahatça dolaşmak işime gelirdi. Yine de fazla oyalanmadan hızlıca yatakhaneye çıktım ve hemşirenin benim olarak gösterdiği yatağa ilerledim. Şanslıydım ki üzerinde ismimin yazdığı bir bavul orada beni bekliyordu.
Aslında Islahevindeyken burada bizim için beyaz kıyafetler olacağını hayal etmiştim. Ama öyle değildi. Herkes istediği gibi giyinebiliyor hatta aksesuar takanları bile görmüştüm. Kıyafetler hakkındaki tek kural ayakkabı giymenin yasak olmasıydı. Hastanede nereye gidersek gidelim terlik giymek zorundaydık.
Elimi çantamda attığım sırada birden durdum ve düşündüm. Umarım ebeveynlerim okumam için mektup veya benzeri bir şey koymamışlardı. Bu yüzden kısa bir dua mırıldanarak bavulu açtım. Ne yazık ki duam kabul olmamıştı. Tam tahmin ettiğim gibi üzerinde adımın yazdığı beyaz zarf eşalarımın tam üstüne duruyordu.
‘Oğlumuz Deniz’e’
“Evet, Deniz. Kesinlikle öyle.”
Elimde buruşturduğum mektubu sonrasında çöpe atmak üzere bir kenara fırlattım ve eşyalarımı yerleştirmeye koyuldum.
~
Yatağıma uzanmış tavanı izlerken ‘Yemek yemek istiyorum.’ diye düşündüm. Fakat ne yemek saatini ne de yemekhanenin nerede olduğunu biliyordum. Son üç buçuk saattir yatakta dönüp durduğum için vücudum uyuşmuştu ve kalkıp binanın içinde birilerini ya da bir yeri aramayı reddediyordu. Bu yüzden bir şekilde uyuyana kadar hareketsiz kalmakta kararlıydım.
Güneş, gün içindeki etkisini yavaşça kaybetmiş; yerini ayın huzur verici ışığına bırakarak yatakhanenin ruhsuz perdelerinden içeri süzülüyordu. Karanlık çöktükçe içimdeki karmaşa huzur buluyor; her zaman tetikte olan bedenimi güvende hissettiriyordu. Her ne kadar gündüz insanı olsam da, gecenin verdiği bu duyguya bayılıyordum.
Her zaman benim gibi bir alacakaranlığı daha çok sevmeliyim diye düşünsem de aydınlığın vadettiği şeyler benim için daha güzeldi. Özellikle gün doğumuna bayılırdım. Sabahın ilk ışıkları denen huzur gerçekten de vardı. Mutlu hissettiğim zamanlarda erkenden kalkıp değişik renklere bürünen gökyüzünü izlemeyi ve fotograflarını çekmeyi seviyordum. Hayatımda yaptığım yanlış seçimleri unutmama yardımcı oluyordu. Bir anlığına yaptığım şeylerden pişmanlık duymayı unutuyordum. Ama son günlerde yaşadığım şeylere bakacak olursak sanırım bir süre gökyüzünü izlemek için hevesli olmayacaktım. Gerçi pişman değildim ama o ayrı bir konuydu. Geçmişte toplumun çoğunluğunun seçtiği bir takım etik kurallar vardı ve bu kurallar bazı şeylerden pişman olmamı bekliyordu. Ben de öyleymiş gibi davranıyordum.
Gene de kötü hissetmediğim şeyler yok değildi. Eğer yapmasam şimdi hayatım nasıl olurdu diye düşündüğüm şeyler. İlk başta sadece özgürlük istemiştim. Şimdi ise sadece kaçıp duruyuyordum. Daha kötüsü başka bir seçeneğim de yoktu. Kendimi baştan aşağı, hem fiziksel hem de kişisel, değiştirsem bile geçmiş çoktan yaşanmıştı ve gelecekte bir yerde tekrar tekrar karşıma çıkacaktı. Bundan kurtuluşum yoktu. Hafızamı silsem bile, yaptıklarımı silemezdim. Tüm her şeye baştan başlamanın tek yolu zamanda yolculuk yapmaktı ki bu da şimdilik imkansız görünüyordu.
İstemsizce dalıp gitmiştim yine geçmişe. Ta ki boğuk bir ses karanlığın huzurunu bölüp bana seslenene dek.
“Bir türlü çıkamadın şu düşünce dünyasından.”
Hızlıca yerimden doğruldum. Evet tek bir şeye odaklandığımda ki bu nadiren olurdu, etrafımın farkına varamayabiliyordum fakat yaşlı biri odaya girip yavaş adımlarla önümden geçerek, bir sigara yakıp pencereden dışarıyı seyriyor olsaydı bunu fark ederdim.
“Sen kimsin?” dedim karaltıya doğru.
“Yaşamış, görmüş biri.”
Ne yani, neydi bu? Nasıl bir cevaptı? Şimdi artık her kim ise, gözümde günde iki paket sigara içen bir ihtiyardan farklı değildi. Çok itici bir cevaptı. Ve komik.
İlk andan hoşlanmadığım insanlara muhabbet kurmaktan anlamsız olduğu için tepki vermemeye karar verdim. Yatağıma geri uzandım ve gözlerimi kapadım.
“Hey çocuk sana diyorum.”
Umrumda değil.
“Bu genç nesil!” dedi adam hafifçe öksürerek. “Oğlan.”
Umrumda değil.
“Bir şey soracağım sana.”
Umrumda değil.
“Ama inatçıymışsın. Sen en iyisi giy Peter Pan’le konuş.”
Aniden yatağımdan doğruldum ve ihtiyara döndüm.
“Ne dedin sen?”
“Hopp, noluyor? Kaç yaşında adam var karşında. Saygılı ol biraz.”
Dudaklarımı bastırarak derin bir nefes alıp verdim. Bu benim sinirli anlarda sakin kalma yöntemimdi. İşe yarıyordu ama zorlamaya da gelmezdi.
“Az önce Peter Pan dediniz ya.” dedim kendimden bile beklemediğim kadar nazik bir sesle. “O da kim?”
İhtiyar sigarasını söndürdü ve bana doğru gelmeye başladı. Bir anlığına stres olmuştum ve ne olur ne olmaz diye kendimi savunma moduna geçirdim. Yatağımdan kalktım ve adamdan gözümü ayırmayarak geriledim. Hala yüzünü görememiştim ve bu beni çok daha fazla germişti. Çünkü eğer bir insanın yüzüne bakarsanız ona güvenip güvenemeyeceğini belli bir yere kadar anlayabilirdiniz. Gerçi o yönteme de pek güvenmeye gelmezdi. Ama her neyse şu an beynimde bunu dolandıracak değildim. Adam hiçbir şey söylemeden üzerime gelmeye devam ediyordu. Onunla birlikte mide bulandırcı derecede ağır sigara ve tanımlayamadığım kötü bir koku da yaklaşıyordu.
Tam kaçmaya hazırlandığım anda ihtiyar en yakınındaki yatağa çökerek oturup derin bir öksürük nöbetine tutuldu. Nasıl tepki veremem gerektiğini bilemediğimden öylece durmuştum. Ve hiç şakasız yaklaşık üç dakika boyunca o öksürürken ben de öylece durmuştum. Neyse ki bir yerden sonra durdu ve birkaç kere derin nefes alıp vererek konuştu.
“Gençsin tabii. Sağlığının değerini bilmiyorsundur sen.”
Yoo biliyorum.
“Senin şizofreniden buraya düştüğünü söylediler.”
Haberler ne kadar çabuk yayılıyordu.
“Senin gibiler hayatın değerini bilmezler.”
Birincisi ne alakaydı? İkincisi bundan ona neydi? Cevap vermeme konusunda ısrarcı olmama rağmen konuşmaya devam etti.
“Ailen ne çok üzülmüştür şimdi. Hatta ağlamışlardır. Yıllarca bak, besle, büyüt. Çocuğun deli çıksın, suç işlesin. Halbu ki ne olmalıydı? Derslerine çalışıyor muydun? Bahse vararım hayatında hiçbir hedefin yoktur. Siz gençler yok musunuz, önünüze tüm nimetler serilse bile umursamazsınız ve nankörlük edersiniz.”
Nasıl bir durumun içindeydim ben? Neyden bahsediyordu bu adam; dedikleri birbirlerinden alakasız söylenmelerdi sadece. Keşke söylediklerinin doğruluk payı olsaydı da en azından boşa kelime sarf etmiş olmazdı.
“Ben nasıl bir hayat geçirdim biliyor musun? Ne zorluklar, ne badireler atlattım. Bu yüzden şimdi burada olmaya hakkım var. Ya sen? Eminim pamuklar içindeki bir hayattan memnun kalmayıp gelmişsindir buraya.”
Kanımın ısındığını ve akciğerlerimin hızlandığını hissedebiliyordum. Hasta ihtiyarın tekinin gelip hakkımda bilip bilmeden, ileri geri konuşması; yaşına aldırış etmeden onu boğazlamak istememe sebep olmaya başlamıştı. Kimdi ki bu, neden bunları söylüyordu, benim hakkımda ne biliyordu da konuşma haddini kendinde buluyordu?
Sinirlerimin yatıştırmaya alışmış olsam da; yüzüne vuran hafif ay ışığı sayesinde bilmiş bir ifade takınıp “Hayırsız evlat.” demiş olması elime bir balta alıp yüzünü parçalamama neden olacak kadar kızdırmıştı beni.
“Hakkımda ne biliyorsun ki?” diyerek sesimi yükselttim. “Kimsin, ne istiyorsun benden?”
“Saygısız velet. Şuna bak hele. Nasıl konuşuyor benimle.”
Şu anda bulunduğum saçma durumun içinden bir an önce kurtulmak için en iyi yol odadan çıkıp gitmek diye düşündüğümden kapıya yöneldim. Ama tabii ki de evren benimle işbirliği yapmayı reddediğinden, ben daha çıkamdan içeri birileri girmeye başladı. Yatma saati gelmiş olmalıydı. Aslında bunun çok da kötü olmadığını düşündüm çünkü artık en azından şu tuhaf yaşlı adamla yalnız değildim. Aç olmam dışında halimden memnundum.
Işıklar yandığı anda arkamı dönüp yaşlı adamı görmeye çalışmıştım ama oturduğu yatakta kimse yoktu ve artık arkamda bir sürü yaşlı adam vardı. Göz göze geleceğimi tahmin ederek hepsini iyice incelesem de kimseni umrunda değil gibiydim.
Aslında bu fena değildi. Hakkımdaki dedikoduları sabahtan yapıp hızlıca bıkmış olmalılardı. Kimsenin odağında olmamak beni haliyle mutlu etmişti. Pozitif bir şekilde yatağımda girdim ve yorganı kafama çektim. Belki de burayı severdim.
~
Ne kadar olmuştu bilmiyordum ama odada uyanık tek bir kişi kalmayana kadar yatağımda dönüp durmuştum. Gözlerimi ovuşturmaktan kör olmama bir adım kalmış gibi hissediyordum. Çok fazla uyku problemi çeken biri değildim fakat şu anda ne beyinim ne de midem bilincimi kapatma konusunda benimle uzlaşmaya varabilmişti. Daha da kötüsü iri yarı bir demirci kafamın içinde, elli yıldır demir dövüyormuş gibi hissettiren ağrı vardı. Baş ağrısı en hazmedemediğim şeylerden biriydi. Çünkü zihnimin derinliklerinde küflenmeye başlayan bir anıyı dürterek kokusunun yayılmasına neden olan bir şeyleri hatırlatıyordu. Baş ağrısından saçlarımı çekerek duvarlara vurarak ağladığım bir anıyı. Fakat ağlamamın nedeni durmak bilmeyen acı değil buna sebep olan kişinin yaptıklarının acısıydı. Ne yaparsam yapayım unutamadığım yaşanmışlıklardan biriydi. Daha da kötüsü yaşım henüz çok küçüktü.
O an anılara dalıp gitmektense en azından yiyecek bir şeyler almaya gitmenin daha mantıklı olacağına karar verdim. Hem midemdeki rahatsızlık dururdu hem de yapmayı amaçladığım bir şeye odaklanırsam baş ağrımı bir anlığına olsa da unutabilirdim.
Sessiz adımlarla odadan çıktığımda nereye gitmeliyim diye düşünmüştüm. Kapının önünde tam anlamıyla hiçbir şey düşünmeden birkaç dakika geçirdikten sonra aklıma bugün girişte gördüğüm hastane haritası geldi. Girişin nerede olduğunu bildiğim için hızlı adımlara yürümeye başladım. O an çok da normal olmayan hayatıma nispetem daha normal bir durumun içinde olsaydım çıplak ayaklarımdan çıkan sesin boş koridorların sessiz duvarlarına çarpmasını tatlı bulurdum.
Açık alana ulaştığımda giriş kapısının tam karşısındaki duvarda asılı olan haritaya baktıktan yemekhanenin yolunu tuttum. Şansıma, ya da belki zaten öyledir, hiçbir kapı kilitli değildi. İki uzun masası olan büyük salona şöyle bir göz attıktan sonra mutfağa geçtim ve akşam yemeğinden kalan artıkları yemeye başladım. Soğuk olsalar da fena değillerdi.
Midemin yeterince dolduДџuna karar verdikten sonra yarД± mutlu bir Еџekilde yemekhaneden ayrД±ldД±m ve uyumayan doktor, hemЕџire ya da bir hasta bakД±cД± var mД± diye orada burada dolanmaya baЕџladД±m. SaДџlam bir aДџrД± kesici ve uyku ilacД± aldД±ktan sonra ™ mutlu bir Еџekilde uyuyamaya gidebilirdim.
Keşke haritada hemşirelerin odalarının olduğu yere de baksaydım diye hayıflanarak geziniyordum. Burası içinde barındırdığı hasta sayısına göre gereksiz derecede büyüktü. Tahmini olarak bu tip kişilerin binanın yüksek yerlerinde olacağını düşündüğüm için yukarı çıktıkça çıkıyordum. Fakat hem etraf çok karanlık hem de gözlerimde az da olsa bozukluk olduğundan kapıların tabelalarını okumakta zorluk çekiyordum. Ben de hepsine tek tek bakmaktansa ışığı yanan bir oda bulma umuduyla yürümeye devam etmeye karar verdim.
Ki buna gerek kalmamıştı çünkü son kez yukarı çıkıyordum. Artık binanın tepesine ulaşmıştım ve bu katta odalar yerine ‘oda’ vardı. Gözlerimi kısarak etrafa baksam da koridorun ucundaki ikili büyük kapı dışında bir şey görememiştim. Bh katta ışıklandırma rahatsız edici derecede azdı. Sanırım fazla kullanılmayan bir yerdeydim. Bir nedenden dolayı kimse buraya gelmiyor olmalıydı.
Her neyse tabii ki de o odaya girecektim ve orada ne olduğunu görecektim. Baş karakterlerin olayı buydu. Yapmaması gereken şeyler yapmalıydık ki hikaye devam edebilsindi.
Seri adımlarla kapının önüne geldiğimde bir an için duraksadım ve şüphe ettim. Yıllar önce kapatılıp hayaletlerin musallat olduğu akıl hastaneleri hakkında hikayleri vardı. Eğer haklılık payı olmasaydı böyle bir şey birden fazla kez anlatılır mıydı ki?
Aman sanki kaybedecek neyim var?
Diğer odalarda olmadığı gibi bu kapıda kilitli olmadığı için içeri rahatça girdim. Kapıyı açarkenki ana kadar içimden yaklaşık bin tane şey düşünmüştüm. Yani burası gizli bir arşiv olabilirdi ya da hastaları acımasız yöntemlerle tedavi ettikleri bir oda. Veya aklıma gelmeyen herhangi gizli kalması gereken bir şey. Ama içeri girip ışıkları açtığımda önümde büyük bir kütüphaneden başka bir şey yoktu.
Yani gerçekten ne düşünmüştüm ki? Suç işlenen bir yeri kapısının öylece açık bırakılacağını falan mı? Tüm heyecanım kaçsa da aslında o kadar da kötü değil gibiydi. Buraya gelemeye izin varsa, ki olmasa bile çok da önemli olduğunu düşünmüyordum, aşağıdaki kitaplardan daha iyi şeyler bulabileceğime ilk bakışta emin olmuştum.
Bir anlığına eskiden kitap okumaya ne kadar da düşküm olduğum gelmişti. Birisi her şeyi mahvedene kadar kitaplarım ve müziklerimle az da olsa acılarımı dindirebiliyordum.
Acaba, diye düşündüm yüksek kitaplıkların arasında gezmeye başlarken, acaba beni kitaplardan koparan şey şarkılardan niye uzaklaştırmamıştı?
Gözlerim eski, yeni, temiz ve sararmış yapraklardaki iyi veya kötü kelimelerin arasından çıkan alevleri görebiliyordu. Beynimim bunu canlandırmasına engel olmak istiyordum ama geçmişte yaşadığım tüm travmaları öylece unutamazdım.
Fena bir yer değildi. Özellikle de tavanın bir kısmının camla kaplı olduğunu ve gecenin koyu lacivertini rahatlıkla seyredebildiğimi fark edince daha da sevmiştim. Yıldızlar da görünüyordu. Yıldızları sevmezdim.
Gerçi sen bunu biliyorsun. Bilmiyorsan da öğreneceksin.
Daha da iyisi buradan çatı katına çıkabileceğimi fark etmemdi. Yukarı raflardaki kitaplara erişebilmek için bir merdiven vardı. Bunu camların altındaki bir rafa dayıyabilirsem, rafın üstünden çatıya rahatça çıkabilirdim. Hiç de fena bir gün değildi.
Evet, en iyisi yatağa döneyim. Yarın bakarız artık. Zaten başımın ağrısı da geçti.
Şöyle bir etrafa bakıp merdiveni dayıyabileceğim en iyi rafı buldum ve hayal ettiğim kadar rahat bir şekilde cama ulaştım. Birkaç dakika uğraştırsa da kaydırmalı camı, pencee de diyebilirim tabii ama daha çok dümdüz bir cam görüntüsü veriyor, açtım.
Burası açıkca benim çatıya tırmanabilmem için yapılmıştı işte. Başka açıklaması yoktu. Evren bazen beni sevebiliyordu demek ki.
Binanın dümdüz çatısına çıktığımda, kiremitler yoktu, temiz havayı içime çektim ve gülümseyerek konuştum.
“Aynı lisenin ilk yılları gibi.”
Bu huzur verici anı yerimden iki metre öteye sıçramama sebep olacak bir ses bozdu.
“Hani şu yurdun çatısına çıktığın zamanlardaki gibi?”
Aniden arkamı döndüm ve ayın loş ışığında yeşil bir takım elbise giyen, benim yaşlarımda, genç bir gülümseyen suratı taşıyan birinin hafifçe eğilip sıkmam için uzattığı elini gördüm.
“Tanıştığımıza memnun oldum Çınar. Ben de Peter Pan.”
BÖLÜM İKİ
Verebilecek ekstra bir tepkim yoktu. Hayatımın hatırladığım kısmı boyunca istemsiz bir soğuk kanlılığa sahiptim. Bunun doğuştan gelen, kimi zaman iyi kimi zaman kötü olan bir durum olduğunu düşünüyordum. Fakat şu ana kadar içinde kaldığım hiçbir durum o an olduğu kadar garip olmamıştı. Altını çizerek söylemek istiyorum; kötü veya korkunç değil ‘garip’. Belki de deliler hastanesinde delinin biri ilginç kıyafetleriyle çatıda; başka bir delinin ‘ismini’ seslenip, parıltılar içindeki giysilerini sarkastik bir hareketle savururcasına yanına gelip hem alaycı hem neşeli bir yüz ifadesini taşıyorken benim gibi birinden, ki ben de yarım deliydim, dinliyor olmanız sizi şaşkınlığa uğratmayacaktır çünkü bunların komik ve aptalca uydurulmuş bir dizi saçma kurmaca olduğunu düşünürsünüz. Ama değildi çünkü ordaydım. Ve sadece ‘yarım’ deliydim ki henüz delirdiğim kısma daha gelmemiştik.
Size yemin ediyorum ki bunlar gerçek. Hayır cidden gerçek. Gerçekçi bir rüya veya geçmiş hayatınızdan size kalan birkaç anı, ki o zaman bu yine tuhaf olurdu, değildi. Bir anlığına veya birkaç günlüğüne bir şeyler yaşayıp sonradan kafamın bulanması ve tüm o olayların gerçekten yaşadığından emin olup olmadıklarımdan da değildi. Buğulu bir hatıra gibi değil, yaşadığıma emin olduğum bir geçmiş zamandı.
Daha sonraları birkaç kere bunun belki de hemşirelerin verdiği ilaçlardan olmuş olabileceğini düşündüm. Ama o gün zaten hastaneye gelişimin ilk günüydü. Kimse bana ilaç falan vermemişti. Hayatım boyunca bir kez olsun beynimi bulandıracak bir şey kullanmamıştım. Ne alkol ne de bir çeşit ot. Kullandığım tek uyuşturucu müzikti ve o bile beni tamamen içine çekmezdi.
“Kafanın karışık olduğunun farkındayım. Yine de elimin havada kalmış olması bir utanç verici.” dedi çocuk. Bunun üzerine elimi pek de farkında olmaksızın kaldırıp karşılık verdim.
“Aslında istediğimiz kadar zamanımız var ama yine de şimdiden gitsek iyi olur. Cosmic Railway’in işi belli olmaz.”
Kafa sallamakla yetindim ve çocuğu daha doğrusu Peter Pan’i takip etmeye başladım. Acaba bu onun gerçek adı mıydı?
“Tam anlamıyla gerçek adım evet. Fakat senin bildiğin Peter Pan değil. Ben farkı bir versiyonuyum. Sadece Peter diyebilirsin sorun değil. İstersen sadece Pan da diyebilirsin ama hem anlam olarak hem de sesleniş olarak kulağa hoş gelmiyor. Yine de senin kararın.”
“Evet, sarışın olmandan ‘gerçek olmayan’ gerçek Peter Pan olmadığın belli oluyor.”
“Sadece o da değil. Başka şeyler de var.”
“Ne gibi?”
Cevap vermedi. Bunun yerine eliyle işaret ettiği yere bakmamı söyledi. Gözlerimi istediği yere odaklayınca şu anda tam anlamıyla bir tren garında olduğumuzu anlayabiliyorum. Toplasan elli adım atmıştık fakat sanki fark etmediğimiz bir solucan deliği bizi hastanenin çatısından bu yere atıvermişti. Ve hayır eğer soracak olursanız bu çocuğun deli bir seri katil veya sorunlu bir psikopat olabileceğini düşünmedim. Daha çok benim gerçekten de şizofren olup olamayacağımı düşünmeye başlamıştım.
Böylece bir banka oturup beklemeye başladık. İkimiz de tek kelime etmiyor olsak da yüz ifadelerimiz birbirinden farklıydı. Benim basit bakışlarım hafif büyümüş, o ise gülümseyen bir yüzle etrafına bakışlar atıyordu. Merak ettim de onu bu karanlıkta kendine çeken ve gülmesine sebep olan şey neydi?
“İŞTE GELİYOORRR.”
Birden bağırarak yerinden fırlayan çocuk ödümü koparmıştı. Bu tarz enerji patlamalarına sinir olsam da onu azarlamak yerine yaklaşan treni izlemeyi tercih ettim. Oldukça normal bir tren gibi görünüyordu. Normal olmayan şey nereye gittiğimizdi.
“Hadi gel. Acele et.” dedi Peter.
Böylece o tuhaf gecede tuhaf yolculuğumuza başlamıştık. Trenin aynı anda açılan kapılarından tek bir kişi bile inmemişti. “Cosmic Railway’de yolculuk edenler bindikleri trenden bir daha asla inmezler.” dedi Peter. Ne demek istiyorsun bakışları attığım anda kendimi geri çekmem izin vermeden önden binmem için beni ittirdi. “İlk önce sen binmelisin ki senin istediğin yerlere gidebilelim.”
Kapıdan içeri girdiğimizde herhangi bir koridor yerine direkt olarak bir kompartımana girmiştik. Karşılıklı iki koltuğun bulunduğu kamaralardan değildi. Boyuna yedi, enine beş adım genişliğinde; kapının tam karşısında, karanlık boşluğu gösteren pencerenin önünde minik kare bir masa vardı. Masanın üstünde küçük bir saksı ve çiçekler, yanına karşılıklı iki sandalye yerleştirilmişti. Sağ tarafta kalan masadan biraz büyük başka bir masa, üzerinde seramik Matcha Tea malzemeleri vardı. Onun dışında zemin tamamen halı ile kaplı ve rastgele yerlere konulmuş bitki ve çiçekler vardı. Aslında normal bir dinlenme odasına benziyordu. Garip olan tek şey sandalyelerin çivilerine kadar her şeyin beyaz olmasıydı. Evet bitkilerin dibindeki toprak ve kendileri de tamamen beyazdı.
“Hmm ilginç.” dedi Peter.
“Ne yani ilk defa mı bindin bu trene de ilginç geldi?”
“Yok canım bilmediğim yere niye getireyim seni.”
Cevap vermek yerine oturmak yerine sandalyelerden birini çektim. Aynı anda Peter beni durdu. “Bence hiç oturma. Direkt gitsek daha iyi olur?”
“Nasıl?”
Bana kompartıman iki yanına bulunan ve içeri girdiğim ilk anda fark etmediğim kapıları gösterdi. “Sağ mı, sol mu?” dedi.
“Fark eder mi?”
“Hayır.”
“Sol.”
“Harika hadi gidelim.”
“Nereye gidiyoruz tam olarak?”
“Bir yere gitmiyoruz, yola gidiyoruz. Sana açıklamama izin vermek yerine beni takip et. Güven bana.”
Kapıyı bile çalmadan yan kompartımana geçtik. Bizimkinden tamamen farklı görünen yere olan şaşkınlığımı gizleyemedim. İçerisi herhangi bir yaşlı çiftin evi oturma odası gibi döşenmişti. Buna uygun olarak da seksenlerinde bir amca elindeki bastonunu dayanmış tek kişilik koltuğundan dışarıyı seyrediyordu. Bizi gördüğü anda gülümsedi ve karşısına oturmamız gibi işaret etti.
“Hoş geldin Peter. Seni görmeyeli uzun zaman oldu. Bu delikanlı da kim?”
“Yeni arkadaşım Çınar. Kısa bir yolculuğa çıktık. Siz nasılsınız efendim?”
Böylece o ikisi bir sohbete dalarken ben de dışarıyı seyretmeye başladım. Pencereden görünen manzara bizimki gibi boşluk değildi. Hatta karanlık bile değildi. Sanki 1930’lu yılların Londra’sına gelmiştik. Eski binaların arasından geçerken; dükkanlara girip çıkan insanlar, belli bir yere doğru koşturan çocuklar, el ele gezen çiftler, çay içip son haberleri okuyan kişiler sanki aralarında geçip giden devasa trenin farkında değildiler.
“Biraz çay yapayım.” Diyerek yerinden fırladı Peter. Bu sırada yaşlı adam bana döndü.
“Thomas Andrew Wilson. Tam adım. Yarı İngiliz yarı Fransız bir adamım. Genç bir adamken ailemi bir kaza sonucu kaybettim. Böylece daha önce hiç tanımadığım aile dostumuz olan Lord Hardouin’in yanına taşındım. O zamandan beri hayatımda pek çok ilgin şey oldu.” Ardından derin bir iç çekti ve dışarı bir göz attı. “Zamanında Peter kadar yakışıklıydım. Hatta ondan bile yakışıklıydım.” Peter güldü ve bunun imkansız olduğunu söyledi. Aslında kimin kimden yakışıklı olduğu umurumda bile değildi.
“Ne olursa olsun zaman acımasız. Ben şimdi bu buruşmuş suratla burada oturuyorum. Tabii sen istisnalardansın. İstersen hayatının sonuna kadar bu yüzle kalırsın.”
“Anlamadım.”
“Anlamadığının farkındayım. Birçok kişi anlamıyor. Şu an buradaki kaç insan dediğimi anladı?”
“Kusuruna bakma.” diyerek çayla yanımıza geldi Peter. “Bunak işte.”
“Sen de bunayacaksın biliyorsun.”
“Orası daha belli değil. Aleph’te her şey mümkün ve her şey belirsiz.”
O andaki sohbetten o kadar rahatsızdım ki. Yavaş yavaş bir pişmanlık içime oturmaya başladı. Ayrıca içtiğimiz çay sütlü İngiliz çayıydı ve bu beni anlamsız konuşmalardan bile daha çok germişti. Her türlü çayı severdim ama Japon çaylarını tercih ederdim.
“Sana biraz Aleph’ten bahsedeyim.” dedi yaşlı adam. “Birçok farklı anlam barındırmasıyla birlikte zaman, deneyim ve varoluşun ortasından her şeye aynı anda mükemmel bir düzenle baktığın yerdir Aleph. Zamanda kaybolmuş şiirler burada yazılmıştır. Aynı zamanda her birimizin bulunduğu yerdir. Onarın değil, bizim. Aleph bizim saf ve öz gerçekliğimiz.”
“Tamam ama ben bu bilgiyle ne yapacağım ki?”
“Öğreneceksin.” diyerek cevap verdi. “Al bunu. Sakla. Yolculuğun sonunda aç.” Uzattığı kağıdı aldım ve cebime koydum. “Unutma, önemli olan cevaplar değil sorulardır. Hadi gidin artık.”
Tek söz etmeden çaylarımızdan son yudumlarımızı aldık ve diğer kompartımana geçmek için ayağa kalktık. Peter, yaşlı adamın bastonunu aldı ve ‘İyi günler.’ gibi basit bir veda cümlesi bile kullanmadan yan kompartımana geçtik.
Bu sefer anaokulu gibi bir ortamdaydık. Minik minik birkaç yaştan Japon çocuk oturmuş oyun oynuyorlardı. ‘Ne alaka?’ der gibi Peter’a baktım. Sessiz olmamı işaret etti ve çocukların yanına oturup birkaç dakika çocukların oyunlarına katıldık.
“Adın nedir?” dedi içerinden biri.
“Çınar. Senin?”
“Oba Yozo.”
“Memnun oldum.”
“Ben de.”
Kısa diyaloğumuzun ardından Peter beni bir köşeye çekti.
“Bu gördüğün çocukların en büyüğü on iki yaşında. En küçükleri yedi. Birçoğu akademik kaygı, geri kalanı ailevi sorunları yüzünden buradalar. Küçük yaşlarında üzerlerinde hissettikleri baskı yüzünden kendi kararlarıyla intihar ettiler.”
İntihar ettiler?
“Ne diyorsun sen? Küçücük çocuklar hangi akılla intihar eder? Ayrıca hepsi kanlı canlı burada işte.”
“Bu trende kimler seyahat eder biliyor musun? Doğal yollardan ölmeyen insanlar. İntihar edenler, öldürülenler, kaza geçirenler ve bunlar gibi nicesi. Yaşlılık dolayısıyla gerçekleşmeyen ölümleri onların gözlerini burada açmasına sebep oldu. Çünkü ruhları kayboldu ve şimdi her biri bu trende ruhlarının huzur bulacağı yere gitmek için bekliyorlar.”
O anda gözlerimden inen yaşların sebebi minicik bedenlere kıyan çocuklar için mi yoksa duyduklarımın şokunu atlatamamadan mı bilmiyordum. Tamam garip bir durum içindeydik ama işin bu noktaya gelmesi rahatsız edici ve korkunçtu. O an arkama bile bakmadan kompartımanıma dönüp kendimi hareket eden treni umursamaksızın dışarı atmak istedim. Midemin bulandığını ve gözlerimin karardığını bile zar zor fark etmiştim. Tam o sırada Peter elimden tutup beni sakinleştirmeseydi bedenime ve zihnime saldırmak için hazır bekleyen panik ataklarım harekete geçecekti.
“Hadi gel, devam edelim.”
Böylece göz yaşları içinde yan kompartımana geçtik. Burada bir kadın ve iki çocuğu vardı. Onların ne tür ‘doğal olmayan’ yollardan düşünmek durmayı reddeden göz yaşlarımı daha da şiddetlendirmişti.
Fakat bu kadın diğer yolcuların aksine asık suratlıydı. Yüzümüze bile bakmadı ve selam vermedi. İki oğlandan küçük olanı bir süre bana baktı ve kafasını boşluğa çevirdi. Ne Peter ne de kadın tek kelime etmedi ve direkt olarak diğer kompartımana geçtik. Burada ise benim yaşlarımda genç bir oğlan vardı. Hüzünlü bakışlarını pencereye çevirmiş dışarıyı seyrediyordu. Onun baktığı yöne baktığımızda uçsuz bucaksız rahatlatıcı gökyüzünü gördük. Öylece akıp giden bulutlar ve denizin yansımasını barındıran mavilik.
Oğlan istifini hiç bozmazken biz de karşısındaki sandalyelere oturduk. Bir süre sessizliğin ardından Peter konuştu.
“Ne düşünüyorsun?”
“Onu.”
“O kim?”
“Kim olduğunu biliyorsun. Hayatımı. Her şeyimin ta kendisini.” dedi ve devam etti. “Yaşamım boyunca kaçmak zorunda kaldım. Arkadaşlarımdan, ailelerimden, sözde adaletten. Bu yüzden sayısını bile bilmediğim kadar ev değiştirdim. Birkaç yıl, ay ve gün.” derin bir iç çekişin açıkça verdiği mesajı hissettik. “Klişe olacak ama yaşamım boyunca kendimi asla bir yere ait hissetmedim. Tüm evler bir boşluk verdi bana. En sıcak yaz gününün bile ısıtamadığı bir soğukluk vardı. Sevdiğim evlerim de oldu tabii. Özellikle tek katlı bahçeli evlere bayılıyordum. Kimi zaman otobüsle yolculuk yaparken aralarından geçip gittiğimiz sıkışık apartmanlara bakar ve buralarda yaşamanın nasıl da boğucu olabileceğini hayal ederdim.”
“Sanırım bunu hepimiz yaptık.” dedi Peter.
“Sanırım.” diyerek devam etti oğlan. “Sonrasında bir gün düşündüm. Eğer bir gün böyle bir eve ‘onunla’ yaşamaya başlasam? On üç katlı bir binanın hapishaneyi andıran duvarları arasında yaşasak?” Gülümsedi. “Mükemmel olurdu diye düşündüm. Sıkıcı eşyaları nasıl da canlandırırdı onun varlığı. Anlatınca basit geldiğinin farkındayım. Ama bunu yaşayan birinin anlayabileceğini bilerek söylüyorum. Gerçekten aşık olup olmadığınızı anlamanız için birkaç test yapmanız gerekir. Bu da onlardan biri. Ah biliyorum söylediklerim o kadar basit ve klişe geliyor ki. Empati yapabileceğiniz bir durum bile değil. En kötü şartlarda yaşayan insanların bile burun kıvıracağı bir ev. Birlikte her çiftin yapacağı şeyleri yapardık. Birlikte yemek yapar, alışverişe gider, sakin geçen bir günün ardından biraz dondurma yemek için kısa bir akşam yürüyüşüne çıkardık.”
“Gerçekten tatlı hayaller.” dedim.
“Onunla tanışmış hiçbir erkeği kıskanmadım şu ana kadar. Şakalaşmaları, gülüşmeleri ve hatta birbirlerine dokunmaları. Kıskandığım şey o şansın bana hiç verilmemiş olmasaydı. Onunla arkadaşlık kurmak kadar basit bir eylemi yapabilmek için bile gelmem gereken belli bir seviye vardı. O zamandan sonra kalbini kazanmak için içinde bulunduğum durumdaki her şeyi feda eder ayrıca içten içe onunla çoktan tanışmış ama ona karşı hiçbir şey hissetmemiş erkeklerin aptallığıyla dalga geçerdim. Ama dediğim gibi o rastgele şans bana sunulmamıştı.”
Bunları neden anlatıyor bilmiyordum.
“Yanımda olmasına bile gerek yok, hayali bile renklerin varlığını hatırlatıyor zaten.”
Peter bana döndü ve sordu.
“Şimdiye kadarki yaşamın boyunca kendine hangi soruları sordun Çınar?”
“Bilmem çok var.”
“Hadi en merak ettiklerini sor ona. Sana en tatmin edici cevapları verecek.”
Kısa bir süre pencereden baktım ve aklını kullanan her canlının hayatında kendine en az bir kere sorduğu veya sorması gerektiği basit bir soru düşündüm. “Neden varız?”
“Neden olmasın?”
Baya tatmin edici bir cevap diye düşündüm. Cevap beni o kadar tatmin etmişti ki bu çokbilmişin yüzüne sağlam bir yumruk geçirmek istedim. Bu kadar itici başka bir cevap verebilir miydi?
“Harika. Hadi gidelim.” dedim ve yerimden kalktım. Fakat Peter kolumdan çekerek beni geri yerime oturttu. “Sabırlı ol biraz.”
“Açıklayayım.” diyerek devam etti oğlan. “Olması gerektiği için varız. Eğer yaşamın sana rastgele verilen bir tesadüf olduğunu düşünüyorsan seninle bayağı dalga geçerdim.”
“Tamam peki yaşamın amacı nedir?”
“Var olmaktır.”
“Neden acılar var? Neden gerçek mutluluk yok.”
“Gerek mutluluk herhangi bir şey olabilir.”
“Ne gibi?”
“Cevaplardan mutlu olmak gibi.”
Böyle tipleri iyi tanıyordum. Yazılmış her bir cümleyi doğru bilgiymişçesine okuduğunu zannedip yeni tanıştıkları insanlara aptal fikirler satardı. Ve bu benim sinirlerimin kaldırabileceği bir durum değildi çünkü kendi fikirleri matematik formülüymüşçesine sağlam zannettikleri için karşısındaki kişiyi adam yerine koyup empati yapmaktan yoksunlardı. Kısacası kibirlilerdi.
“Mesela bana soracak olursan…” diyerek devam etti.
Hayır sormayacağım.
“Sormayacak olsan bile benim için mutluluk doğru sorulardır. Neden gerçek mutluluk yok değil, neden sonsuz mutluluk yok gibi.”
“Tamam öyleyse. Neden sonsuz mutluluk yok.”
“Çünkü olay tam olarak da bu. Neden buradasın Çınar? Seni buraya getiren şey neydi?”
“İnsanlar?”
“Aynen. Hadi artık gidin ve beni kendimle bırakın.”
“Sorularım henüz bitmedi.”
“Benim cevaplarım bitti ama. İhtiyacın olduğu an geri gel tabii. İstemesen de geleceksin zaten. Ben hep buradayım, sen de hep buradasın. Bundan kaçış yok. Belki de vardır. Burası Aleph, imkansızlar bile imkansız.”
“Neden herkes böyle şeyler söylüyor?” diyerek sinirle kalktım yerimden. “Aleph’in ne olduğunu bilmediğimi mi sanıyorsunuz? Güya anlamadığım şeyler söyleyerek benimle içten içe dalga geçeceksiniz.”
“Ayağa kalktığına göre gidebilirsin.” dedi oğlan. “Seni, beni, ‘bizi’ görmeye dayanamıyorum. Bazen nefretten, bazen üzüntüden.”
“Abartma.” dedi Peter oğlana. “Ayrıca yeterince üstü kapalı konuşmuyorsun. Hadi gidelim Çınar.”
“Gidelim.”
Böylece gergin bir şekilde çıktık kompartımandan. Sıradaki kompartıman boştu. Bu duruma bayağı sevinerek yerdeki minderlere oturdum. “Bana bir şeyler söyle.” dedim.
“Demek ki dinlenmeye ihtiyacın varmış.” diyerek yanıma oturdu. “Baştan anlatmadığım için özür dilerim. Ciddi konuşmalardan kaçmayı görev edindim istemsizce. Genelde bu tren insanlarda sarhoşluk yaratır ve neler olduğunun farkına varmazlar. Sende olmayacağını tahmin etmeliydim. Kısaca anlatacağım. Burası Kayıp Ruhlar Treni. Önceden de dediğim gibi istenmeyen ölümler gerçekleştiren insanlar burada sonsuz bir yolculuğa çıkarlar. Ben ise buraya sadece ‘ana karakterleri’ getiririm. Bu kişilere ‘gözleri olan çöp adamlar’ deriz. Yolcular ise ‘gözleri olmayan çöp adamlardır’. Hepsi değil sadece bir kısmı. Her ana karakter hayatının en ihtiyacı olduğu dönemde buraya gelir. Kafalarında sorular vardır ve cevap isterler. Ben de onları alıp buraya getiririm. Trenin tam bir şekli veya sonu yok. Yolcular ve kompartımanları ziyaretçinin bilinçaltına göre şekil alır. Ben bile nelerle karşılaşacağımı bilemiyorum çoğunlukla. Böylece ziyaretçinin aydınlanmasını gerçekleştirmek için gezmeye başlarız. Kimi zaman birkaç vagon kimi zaman yüzlerce vagon gezeriz. Neden herkes garip ve dolaylı konuşuyor diye soracaksın bir de. Aslında herkes açıkça konuşuyor ama insanlar büyük resmi göremiyor. Tüm bunlar aslına uzunca bir kitap serisi olsaydı ama sen sadece küçük bir kısmını okuyor olsaydın her şeyi anlayabilir miydin? Hayır. Yapman gereken sabretmek ve görmek. Her bir kelimenin ayrı bir anlamı var aslında.”
Sessizce Peter Pan’i dinledim. Belki haklıydı ama hala anlamadığım noktalar vardı. “İyi de benim aklımda sorular yok ki. Hayatımın en zor döneminde olduğumu da düşünmüyorum.”
“Cevaplar için sorulara ihtiyacın yok. Biri sana gelip henüz gerçekleşmemiş sınavın sorusunu ve cevabını verse ona bakıp ezberlemez miydin? Hadi hayır çalışırdım diye sallama şimdi. Neredeyse herkes yapar bunu.”
“Tamam. Peki şimdi ne yapacağız? Yolculuğum bitti mi?”
“Görelim.” dedi.
Kalktık ve sıradaki vagona geçtik. ‘Yolculuğum’ bitmemişti. O gece birçok kişiyle tanıştım. Farklı yaş gruplarından farklı yüzler, farklı bedenler. Kimisi yıllardır görmediği takın bir arkadaşını görmüş gibi karşıladı kimisi yüzümüze bile bakmadan defolup gitmemizi söyledi.
Böyle nereye kadar ilerleyeceğimizi bilmiyordum. Kaç kişiyle konuştuk veya ne kadar zaman geçmişti farkında değildim. Fakat en sonunda bir şekilde trene ilk bindiğimizde geldiğimiz beyaz odadaydık. Sanki tren bir çemberdi ve biz soldaki kapıdan çıkıp sağdaki kapıdan geri dönmüştük. Ama bu sefer odada diğer eşyalar gibi bembeyaz bir piyano vardı.
“Hadi.” dedi Peter. “Sen bir şeyler çal, ben de çay hazırlayayım.”
Kafamı salladım ve piyanonun başına oturdum. Fakat bir sorun vardı. O da hayatım boyunca hiç piyanoya dokunmamış olmamdı.
“Keman çalabilirim.” dedim. “Bir enstrüman çalmak istediğim ilk zamanlarda piyano istiyordum. Ama hem çok pahalıydı hem de yaşadığım kasabada bir tane bulmam imkansızdı. Ailemin benim için alması zaten aklıma bile gelmeyecek bir fikirdi. Ben de biraz para biriktirdim ve düzenli olarak şehre giden sevdiğim bir abiden bana keman almasını rica ettim. Herhangi bir öğretmenin yoktu, tamamen kendi başıma öğrendim. Ne notaları biliyorum ne de gerçek şarkıları. Kendi uyduruğum birkaç sesi çalabiliyordum sadece. Ailemi öldürüp evden kaçtığım geceden sonraki zamanlarda arada sırada çalamaya devam ettim. Fakat biliyordum ki ben piyano çalmak için doğmuştum. Ellerim arşe tutmak için değildi.”
“Şimdi ise istediğini yapmakta özgürsün. İlham alabileceğin birçok şey var. Pencereye bak ve hayal et. Yıldızları görebilirsin.”
Gerçekten de pencereye döndüğümde yıldızların arasında olduğumuzu anladım. Uçsuz bucaksız gökyüzünden bile sonsuz bir yerde ilerliyorduk. Bu benim bile bilmediğim türden bir ‘bilinç altı’ şeysi olmalıydı. Yaşlı adamın bana verdiği kağıdı açtım.
Güneş ve Dünya sarıldığında; tüm toprak parçaları hararetle sarsılıp insanlar alev aldığında bile ruhumdan kalan en küçük parçayla yola çıkıp seni bulacağım ve sevgiyle sarmalayacağım. Tüm evren bir hiçliğe dönüştüğünde bile kalbim her zaman seninkinin yanında olacak. Bu döngüyü tetikleyecek olay tekrar yaşandığında, bilerek olsa da olmasa da tüm bu acıyı tekrar yaşayacağım. Sonrasında seninle Aleph’te tekrar buluşacağım ve sana yeniden aşık olacağım. Her geçen gün kadar çok, her aldığım nefes kadar ılık. Bu duyguları Sonsuz Demir Yolu’nda arayacağım. Oku, yaşa, kullan ve zamanı geldiğinde devret.
Kâğıdı katlayıp cebime koydum ve ellerimi zarif piyanonun tuşlarına yerleştirdim. Ardından en derinlerden gelen sonatları çalmaya başladım. Bana ilham veren her bir şeyin hatırına, içimden geldiğince rastgele. Notalar da kelimeler gibiydi. Anlamsız bir sıralamayla dizilmiş ama tesadüf de olmayan bir kararlılıkla. İstekle çaldım ve dinledim. Ayın ışığı, aşkın duyguları, yaşamın soruları.
Şu anda varsak ve bir şeyleri sebep sonuç ilişkisiyle yapıyorsak muhtemelen yaşama iç güdüsüyle karar verilen şeylerdi. Gerekli olsa da olmasa da yapıyorduk. Su içmek bir gereklilikti mesela ama kitap okumak değildi. İnsan benliğinin en saf ve ilkel hislerinden bahsediyorum tabii. Modern dünyanın anlamsız sistemlerinden değil. İşte şu anda yaşadığım da zorunluluk olmayan bir gereklilikti. Yaptığımız her şeyin bir anlamı olmasa da olurdu. Her hikâyeden bir şeyler anlayıp ders çıkarmak zorunda değildiniz. Ama hikâyeyi okumak bir gereklilikti.
Yeterli hissedene kadar çaldım. Küçüklükten gelen bir istekle. İçimdekilerin yansımasını anlattığım müzik bile olamayacak bir gürültü kirliliğiyle. Piyano bana kaybettiğim ya da unuttuğum duyguları geri verdi. Beceriksizce intihar etmeye kalmış ve akıl hastanesine kaldırılmış genç bir kızın bedenini hissettim vücudumun içinde. Daha öncesinde Aleph’e uğramış bir kadının isteklerini duydum fısıltılarla. Çocukluğunda istemediği şeyler yaşamış, ardından arkadaşlarının ona deli gözüyle bakacağı bir maceraya atılmıştı. O ikisi da en az benim kadar içten çalıyordu. Hatta benden çok daha derin ve istekli.
Çevremdeki sesler değişene kadar çaldım. Trenin belli aralıklarla çalan düdüğü, ilerleyen yolda Dünya’nın kendi çıkardığı sesi ve Peter Pan’in çay hazırlayan gürültüsü. Sesler fiziksel bir değişime uğradı ve beni başka bir yere taşıdı. En sonunda duyduğum sesler; bir grup insanın toplanıp yaptığı konuşmalar, televizyondan çıkan anlamsız bir dizinin diyalogları ve birkaç masa oyunu oynayan insanın sesi. Gözlerimi açtığımda ortak salondaydım. ‘Delilerin’ umursamaz havası arasında piyano çalıyordum.
Ellerimi piyanodan çektim ve etrafıma bakındım. Peter yoktu, tren yoktu. Yine gerçekten de delirip delirmediğimi sordum kendime.
Gerçek deliler akıllarından şüphe etmezler.
Yatakhanede gördüğüm garip yaşlı amcayla göz göze geldik. Oturduğu yerden kalktı ve itici bir gülümsemeyle yanıma geldi.
“Noldu? Buluştunuz mu onunla? Amma da sinir bozucu bir ihtiyar değil mi? Gerçi ben öyle demezdim ama kendisi öyle olduğunu söyledi.”
“Kimden bahsediyorsunuz?” dedim.
“Peter Pan’den elbette.”
Cevap vermedim ve sadece yüzüne baktım. O da yanımız yaklaşmakta olan kadını görünce suratını ekşitip gitti zaten. Kadın da aynı bakışla ihtiyara kınar gibi göz gezdirdi ve ardından bana döndü. Göz halkaları, oynadığımız satranç tahtasının siyah takımından bile koyuydu.
“Buranın has delilerindendir o.” dedi adamı kastederek. “Öyle ki gencecik kadından yaşlı bir adam olarak bahsediyor?”
“Kimden?”
“Peter Pan’den elbette. Buluştunuz mu onunla?”
Buraya geleli ne kadar oldu? Bir gün mü, iki gün mü? Tahmin ettiğimden bile daha az dayanabilmiştim buraya. Kadına cevap vermeden kalktım ve yatakhaneye döndüm. Bavulum öylece yatağımın üzerinde duruyordu. Hiç açma zahmetine katlanmadan aldım ve sessizce binayı terk ettim. Kapıdaki güvenlikler bile beni umursamamıştı. Sanırım tımarhanelerin ve hapishanelerin ortak yönü buydu. Kimse suçlularla ve delilerle bir binadan kilitli kalmak istemiyordu.
“Gerçek Peter Pan’le farklılıklarımız var demiştim. O Wendy’ye aşık ben ise Tinkerbell’e. Herkes görmek istediğini görür Çınar. Görüşürüz.”
Sesin geldiği yere dönmedim ve yoluma devam ettim.
Yazar Notu: Aslıdan Çınar’ın hikayesi bu kadar kısa değil. En başta bağımsız oneshot olan bu hikayeyi belli bir yerden sonra onun hayatının bir parçası olarak ana kitaba eklemeye karar verdim. Sanırım bunun nedeni Çınar’ın hikayesi üzerinde yıllarca çalışsam da bir türlü bitirememiş olmam. Bir şekilde ona bağlandım ve artık her bir kelimemi onunla bağdaştırmak istiyorum. Bu yüzden anlaşılmayan birçok nokta olduğunun farkındayım. Kitabın tüm versiyonu hazır olduğunda herkesle paylaşmak istiyorum. Böylece size onun hakkında bir öngösterim sunmuş olmaktan mutluluk duyarım. Yine de bu kısmı tek başına da anlam çıkarabileceğiniz bir şekilde aktarmaya çalıştım. İyi okumalar.