Başarısızlık:
Son bir asrın serbest piyasası ve sonucunda ortaya çıkan gelir adaletsizliğinin arkasında sinsi ama mutlak etkili olan rekabet unsuru, kişileri daha da hırslandırıp üretkenliği arttırırken, aynı zamanda da bir kaos ortamı çıkarmaktadır. Bu kaos ortamında olan ama kendini bulamayan kişi, kaygı, belirsizlik ve kendini sürekli bir irdelemeyle karşı karşıya buluyor. Aynı zamanda serbest piyasanın sunduğu ‘özgürlük’ kavramı da insanları, eskilerin ‘emir’ verme halinden daha da katı bir yola sürüklüyor. Eskilerin doğrudan gözlemlenen bireyleri artık özgürlük altında gözlemlendiği şüphesiyle anksiyetik davranışlarda bulunması da sonucunda doğan başarısızlığın kendine yüklenmesiyle son buluyor. 20.yüzyılın başlarında yaşayan haber yorumcusu Lippmann kariyer vurgusunu yaparken, başarı hem kendini zihinsel olarak hem de toplumsal ortamda bir yer almak için kendini geliştirmek gerektiğini söylemiştir. Aslında eskilerin de dediği gibi, farklı işlerde değil de tek bir işe yoğunlaşıp ona hayatını adamak hem kariyer olgusunu tam hissetmek hem de uzun vade olduğundan iyi yol olarak görülebilir. Ama uzun vadenin yerini kısa vadenin aldığı yeni iş piyasaları, belirsizlik altında sürekli iş değiştirmek zorunda olan insanların, olanaklı bir kariyer oluşturmasını engelliyor.
Bu bölümün ikinci kısmında yazar, dünyanın en büyük teknoloji şirketi olan IBM’den, 1993 yılında ikna veya zorla çıkarılan işçilerden bahsetmiştir. İşten çıkarılan programcıların sürekli belli bir kafede buluşması ve neden çıkarıldıklarına dair istişare etmesi yazarın da veri toplamasını sağlamıştır. Bir zamanlar IBM’de çalışan bu adamlar işten çıkarılma sebeplerini ilk olarak, suçu şirkete veya bir üst yöneticiye atmakta bulmuştur. İkinci olaraksa suçu dış güçlere atıyorlardı; yabancı işgücünün ağırlık kazanması ve maliyet düşürücü etkisinden dolayı, kendilerinin dışlandıklarını konuşuyorlardı. Nihayet üçüncü bir suç açıklaması daha gelmişti ve bu suçlu artık kendileriydi. Zamanında doğru hamle yapamayan bu insanlar artık suçu kendi kariyerlerinde arıyorlardı. Burada olumlu olan taraf, işten çıkarılan insanların ‘biz’ duygusu içinde birbirlerine yardımcı olmalarıdır. Fakat sonucunda çıkılan yol, suçu kendilerinde bulan insanların kaderlerine razı olup vazgeçmişlik duygusu yaratmalarıydı.
Yeni modern kapitalizmde kısa vadenin geçerli olduğunu ve anlık değişimlerin çok hızlı gerçekleştiğini söylemiştik. Aslında insanların da sürekli bir oluş halinde olmalarını söylersek yeni kapitalizme pek yabancı olmadıklarını da söyleyebiliriz. Esneklik başlığı altında bahsettiğimiz ve sürekli değişen bir Herakleitos nehrini düşündüğümüzde hem nehrin hem de bizlerin sürekli bir değişim içinde olduğunu görüyoruz. Söz konusu ilişkilere geldiğinde ise yani, şeyler mi insanı, insan mı şeyleri belirliyor dediğimizde, aslında her ikisinin de birbirinden etkilendiğini ve sürekli birbirlerini oluşturduğunu söyleyebiliriz. Bunun gibi, varlığını hiçbir zaman tamamlayamayan ve hep oluş halinde olan insanın -yani her an değişim geçiren insanın- yeni kapitalizmden olumsuz olarak etkilenmeyeceğini söyleyebiliriz. Fakat bu böyle olmuyor. Yani yapı itibariyle ve teorikte olan bu olay, gerçekte uyumsuz bir süreç doğuruyor. Uyumlu olmamasının sebebi ise, genel anlamda bir cevap verecek olursak, insanda baskın olan olumsuz duygular sebebiyle hiçbir sisteme uyamayacağıdır.
Eskilerin katı emirleri yerini, sözde özgür düşünmenin ve hareket etmenin gücüne bırakmıştır. Bu özgürlük hissi, insanın başına gelenlerini aslında kendi elleriyle yaptığı hissidir. Başarının öne çıktığı bu yeni özgür alanda, başarıyı yakalayamayanları kendileriyle baş başa bırakmakta, suçu hiçbir zaman başkalarında değil, kendi başarısızlıklarında aramaya itmektedir. Suçu kendinde arayanlarsa, kendilerinden utanırlar ve kendi kabuklarına çekilerek vazgeçerler. Aslında bunu Panoptikon ile daha iyi anlatabiliriz.
1785 yılında Bentham, Panoptikon adında bir gözetleme modeli tasarlamıştır. ‘Çoğunluğu Gözlemleme’ anlamına gelen bu modelde, tek odalı hücreler daire şeklini almış ve ortaya her odayı gören bir gözlem kulesi konmuştur. İşte bu gözlem kulesi, hücrede yaşayanların her an hareketini gözlemleme gücüne sahiptir; onlara emirler verebilir ve hücredekilerse her an izlendiği korkusunu yaşar. Yeni zamana geçtiğimizde -yani yeni kapitalizm- insanlardan özgürlüğünü alan bu gözlem kulesinin ortadan kalktığını ve insanlara özgürlük verdiğini düşünelim. Özgür olan bireyler artık hücrelerden kendi isteğiyle çıkabilecek ve kendi vicdanlarıyla baş başa kalabileceklerdir. Ama ortada bir sorun vardır ve bu sorun artık özgürlüğün kendisidir; özgürlüğün kendisi insanları daha da kısıtlamaktadır. Panoptikon’da var olan gözlem kulesi, artık maddiliğini yitirmiş ve içsel bir sürece dönüşmüştür. Aslında bu olaya farklı bir bakış açısı getirerek, Platon’un Mağara Alegorisini de örnek gösterebiliriz. Orada da mağara gölgelerinden kurtulan insan, dış gerçekliği görünce huzursuzluğa ve tedirginliğe kapılıyor; çünkü, bir zamanların gerçeği şimdi sanı olmuştur. Bu sanma ve gerçeklik ise, mevcut hâllerin sorgulanmasına ve rahatsızlığına yol açmıştır. Hâlbuki bu rahatsızlık, özgürlükten başka bir şey değildir. Yani, Panoptikon da gözlem kulesini kaldırıp insanı özgür kıldığımız yeni modelde sonuç ortadadır; artık insanlığı kısıtlayan ve sömüren dışsal bir süreç değil, kendisidir.