“Gönlüm dilime dargın, dilim gönlüme. Gönlüm duygularını anlatamadığı için kızarken dilime; dilim anlatamayacağı şeyleri düşündüğü için kızıyor gönlüme!” -Hz.Mevlana
Bugün içimizdeki kara kaplı sandıklarımıza sakladığımız, naftalin yerine küf kokan sözlerimizden konuşmak istiyorum sizinle. Neleri sakladık o sandığa? Hangi sözcükler gömüldü, hangi kelimeler yorgan aralarına sokuşturuldu? Farkında mıyız? Peki, kimden sakladık onları? O sözler sevdiklerimizi acıtır diye mi korktuk yoksa bizi acıtır diye mi? Ya da kaçtığımız acı değil de acınma mıydı? Yine çok soru sordum, farkındayım. Ama içlerimizden gelen o küf kokusu “Nedir bunun sebebi?” diye sorduracak kadar keskin… Şimdi beraber kaldırsak o sandığın kapağını, biraz da onları dinlesek ne söylerler bize? Bence biraz daha saklamaya çalışırsak onları bizi zehirleyecek kadar tehlikeli, bir o kadar da küskünler bize. Yıllardır onları yok saymaya çalışmamız incitmiş olmalı onları(!). Bu küf kokusu diye tanımladığım koku belki de incinmişliğin kokusudur, ne dersiniz? Şimdi tam burada şunu sorabilirsiniz bana: “Tek susturulan, incinen onlar mıydı? Bizi dinleyecek kulak var mıydı ki anlatacak da dilimiz olsun!”. Haklısınız. Bülbülün sadece güle öttüğü gibi insanın da dili sadece onu dinleyecek olana çözülür. Ama sorarım size; “Ötüşümüzle bir gül açmadıysa eğer diğer güllerin suçu ne?”. Fark ettim ki bu zamana kadar en çok kullandığım ve en çok işittiğim cümlelerin başında “Kimse beni anlamıyor!” geliyor. Durdum ve sorguladım bunu. Herkes birbirini anlamamakla itham ederken kim de sorun? Zannımca ilk yorgan altı yaptığımız sözlerimiz ailelerimizin “Şşşş. O öyle söylenir mi hiç? Bir daha duymayayım!” dedikleri kelimelerimiz. “Neden?” diye sormaya kalksak ne ki? Cevap hep aynı; ya ayıptır ya günah. Ya da biz ne bilirmişiz ki bu yaşta? Böyle böyle birikti içimizdeki sözler. Aileden bize çeyiz sandığı yerine kala kala kara kaplı bir sandık kaldı. Ee hal böyle olunca inandırdık kendimizi anlaşılmayacağımıza ya da anlatamayacağımıza… Sustuk, sonra da anlatmadan anlaşılmayı bekleme devri başladı içimizde. Anlattığımızda bizi anlayan çokmuş gibi(!). Kızamıyorum da hiçbirimize… Tek istediğimiz varlığımızın fark edilmesiyken o küçücük yaşta sözlerimiz işe yaramayınca suskunluklarımızla anlattı bazıları kendini, bazıları da etrafına savurduğu tekmelerle… Şimdi ise isyankâr sözlerle… Franz Kafka, Milena’ya yazdığı mektupların birinde “Yardım et bana. Söylediklerimden daha fazlasını anla.” diye yardım istemiş. Onun da dile dökemediği hisleri, söyleyemediği sözleri kalmış içinde. Ama denemiş. Anlatmayı denemiş… Hepimizin içinde kendini anlatamadığı nice Milenalar vardır, eminim… Uzaktaysa şimdi o kişiler ya da yakınken uzaksan onlara, al eline kâğıdı, kalemi ve yaz içindekileri. Çünkü öldürdüğümüz her sözün leşi, bir gün çürüyüp, kokacak. O gün geldiğinde ise ya kusup kurtulacağız ya da zehirlenip öleceğiz. Tuğba ŞAHİN