KAPLANIN SIRTINDA
Devrik Padişah’ın sürgün gönderildiği Selanik’te bulunan Alatini Köşkü’nde geçen günlerini anlatan bir kitap. Kitap, II.Abdülhamit’in doktoru Askeri Hekim Atıf Hüseyin Bey’in anılarının Livaneli’nin mükemmel anlatımıyla harika bir bakış açısı sunuyor.
Sultanın ve ailesinin hastalıkları ile ilgilenmesi için her gün Alatini Köşkü’ne gitmekle görevlendirilen Doktor Atıf Hüseyin Bey tam bir Sultan Abdülhamit muhalifi. Sultanı düşmanca gözlerle izliyor, için için sultana duyduğu kini kusuyor olsa da günler geçtikçe sultanı anlamaya çalışıyor. Bazen ön yargılarına hakim olamıyor bazen de bize böyle anlatılmadı diyebiliyor.
Kitapta Abdülhamit için aşırı evhamlı ve kuruntuları olan şüpheci bir insan olması vesilesiyle “vehm-i hümayün” (vesveseli) kelimesi kullanılıyor. Sürgüne gönderiltikten sonra yanına her gelen askeri, hizmetliyi, doktoru kendisini öldürmekle görevlendirilmiş kişiler zannediyor. Hatta ilk zamanlarında köşke getirilen yemekleri “ acaba zehirli mi?” diyerek yemiyor veya maden suyu ve yoğurt ile besleniyor.
Yine ilk zamanlarında yemeklerin yanında çatal ve kaşık verilmiyor bu anlarda sultanın aklına sarayda beslediği kedisi geliyor. Öyle bir eğitmiş ki, kedinin çatal ile yemek yediğini düşünüyor. Sultanın sarayda beslediği ve vakit geçirdiği bir diğer hayvan ise papağanı. Gayet konuşabilen bu papağan rivayet odur ki bazen saray içerisinde uçar, kim nerede ne konuşur ezberler ve sultanın yanında söylermiş. Sultan bu vesile ile saray içerisinden de haberdar olurmuş. Sultanın bir oda dolusu papağanı olduğu da yine kitapta yazılanlar arasında.
Bir diğer husus ise; sultanın kızlarının batılı tarzda müzikle ilgilenmesi ve piyano çalıyor olmaları. II. Abdülhamit’in La Traviyata’nın Arya’sını çok sevdiğini de bu sayede öğreniyoruz.
Sultanın çok ama çok ilginç alışkanlıkları ve inançları var. Sultan hastalandığı zaman ağrıyan yeri neresiyse kızgın bir demir ile ağrıyan yerlerini dağlıyor. Hatta Selanik günlerinin birisinde 6 yaşındaki şehzadesi ateşli boğaz enfeksiyonu geçiriyor, sultan bir demiri ısıtıp şehzadesinin boğazına yaklaştırıyor ama çocuk olduğu için değdirmiyor. Bu yol ile şifa bulacağına inanıyor. sultanın sırtında ve vücudunun çeşitli yerlerinde dağlama yaraları var.
Sultan sigara içmeyi çok seviyor öyle ki, özel tütüncüsü varmış. Cebinde sürekli işlemeli bir tütün tabakası bulunduruyor. İş o ki padişahlığı zamanında Selanik’te yaşayan bir tütün tüccarı varmış ve sultana en iyi tütünleri gönderirmiş. İlginçtir ki kitapta Sürgün zamanında kaldığı Alatini Köşkü’nün bu kişiye ait olduğu da yazıyor.
Kitabın 128. Sayfasında bir husus özellikle dikkatimi çekiyor. II. Abdülhamit’in yeniliklere önem verdiğini ve yazının yani alfabenin değişmesi gerektiğini söylüyor. Dünyaya yakalamanın bu tarz yeniliklerde olduğunu söylüyor. Hatta “sonunda bir çare buldum, 32 şehrimizin merkezine birer şık saat kulesi yaptırdım. Bu kulelerdeki saatleri alafranga saatlere göre ayarlattım. Böylece ahalinin bu saati kullanmak zorunda kalacağını ve alışacağını” söylüyor. Bunun yanında sultanın tutarsız olduğu da yazılıyor mesela İstanbul’un fethi yıl dönümü kutlamasını “ böyle bir şey Müslüman tebaamı memnun edebilir fakat hristiyan tebaamı üzer” diyerek reddetmesine rağmen kiliselere çan yasağı getiriyor.
Sultan II.Abdülhamit doktor Atıf Hüseyin Bey’le sohbetleri sırasında kendi dönemi ile alakalı yaşadığı olayların da yakınmalarından bahseder. Şehzadeliği zamanında ticaretle uğraşmayı, marangozluk zanaatıyle uğraşmayı hünkarlığa tercih ettiğini söyler. Ve zorlamalarla deyim yerindeyse itelemelerle hünkar olduğunu ve aynı şekilde tahttan indirildiğini belirtirken “ işte ikbal ve idam bu kadar yakındır birbirine, iktidar ölüm getirir, mutlak iktidar ise mutlak ölüm getirir” diyerek kendi durumunun da vehametinin altını çiziyor.
Yine Doktor Atıf Hüseyin Bey ile sohbetleri sırasında; “benim gibi harpten ve insan öldürmekten çekinen bir adamı Kızıl Sultan ilan ederken Kongo’da 10 milyon kişiyi öldüren ve çocukların ellerini kesen Belçika Kralı Leopold’a medeni” dediler diyerek yakınıyor. Öldürmek ile alakalı da “ ben katilleri ellerinden tanırım. Elleri değişik olur. Baş parmağının boğumu, işaret parmağının boğumundan büyük olan kişiler cinayet işler.” Diyor.
Sultan II.Abdülhamit’in anılarını nakleden Doktor Atıf Hüseyin Bey’in sultan hakkında; “eskiden Abdülhamit’e duyulan öfke herkesi birleştiriyormuş meğer. Kötü gidişin tek sebebinin bu adam olduğunu düşünmek bir çeşit aldanma bir çeşit rahatlamaymış ama gerçek bu değilmiş” düşünmeye başlıyor.
Stanford Üniversitesi öğretim üyesi olan Prof. Ali Yaycıoğlu kitabı “geçmişin ve geleceğin, devrimin ve çöküşün, büyük hayallerin ve hayal kırıklıklarının beraber yaşandığı, yüklü ve zor bir dönemin anlatıldığı önyargısız bir roman” olarak yorumluyor.
İlber Ortaylı ise; “ II.Abdülhamit’in devrinde aynanın öbür tarafından bir bakış, sürgün padişahın perspektifinden sürükleyici bir anlatım. Dikkat çekici bir üslup” şeklinde yorumluyor.
Benim yorumum ise, ben tarihi kesinlikle devrinde değerlendirilmesi gerektiğini ve değerlendirmekle kalmayıp o dönemi hayal edip öyle değerlendirilmesi gerektiğini düşünen bir insanım. Şimdi II.Abdülhamit’in şehzadeliğinden beri düşünüyorum. Çok küçük yaşta annesiz kalması vesilesiyle hassas ve evhamlı bir insan oluyor.
Devletin içerisinde ajanların kol gezdiği, adamın kolayca satın alındığı işte payitahtta sürekli bombaların patladığı anadoluda küçükte olsa ayaklanmaların olduğu bir dönemde sultan oluyor. Evhamlı yapısından kuruntularıyla kendi hayatını da zorlaştırıyor. Bu şekilde sultan olmuş bir insan kendisini 93 Harbinin ortasında buluyor. Ordular yıpranmış, devlet zayıflamış ve ekonomi kötü durumda. Devletin yeni bir savaşı kaldıramayacağını biliyor. Dengelerle, siyasetle ve istihbaratla öyle yada böyle 33 yıl devleti yönetiyor.
Ben açıkçası Abdülhamit’i anlamaya çalışıyorum. Bir savaşa girdiğini varsayıyorum, yüzlerce binlerce hatta belki de milyonlarca insan can verecek. Tarafların bir önemi yok. Böyle yapsa belki Abdülhamit için Kızıl Sultan denmezdi. En fazla başarısız bir sultan olurdu demek geliyor içimden. Ama kuşku duyan bir kişiliği, herkesten şüphelenmesi onu hafiyeleriyle iş bitirmeye zorladı. Zülfü Livaneli’nin Serenad Kitabında; “ her iktidar öldürür” der. Evet her iktidar öldürür. Mutlak bir hükümranlık mutlak bir muhalifliği de beraberinde getirdi en nihayetinde. Abdülhamit’in kendi düşmanlarının çok olması kendisini bu kadar tartıştırır hale getirdi.